27 Ağustos 2013 Salı

Sade, ağdalı

   Parmaklarını avuç içlerine saklarsın ya, öyle güzel.. Parmaklarım. Ne zaman bulunduğum yerden kaybolmak istesem parmaklarımla oynarım. İstemsiz, yüklemsiz.
Talihsiz, güzel fotograflar. Renklerine cümleler sığdırabileceğin güzel yüzlü kadınlar. Bazılarımız gülemez ağız dolusu, kimimiz dudak mühürler.
Noktasına virgül atamayacağın an'lar gelir, düşürür tüm anlamlardan.
 Biri çıkar anlam biçmeye kalkar, biri dilimi elekten geçirir sadeleştirme esasında.. Kimse kendini olduğu gibi anlatsa gam yemez bu cümleler.
Ağdalısından sar bir iki satır diyeni de duymadım hiç.
Sadeliği kolay ifadeliyoruz aklımızda da ondan dökülemiyoruz sanılıyor.
Yanlış tahminlere doğru hayatlar sığdırmışsınız hep, yazık oluyor sadeliğinize. Kot farkı kullanarak aşağıdakinin basitine dil uzatmak kolay sen yaparsın, ben yaparım.. içeride öyle yankı bulmuyormuş demek ki dile çarpan söz yüzü yakabiliyor.
 Hangi yüzümüze el atsak yabancılıyoruz çehremizi, bunun da bir yolu olmalı dimi artarak bölünüyoruz hayatlara. Ama bir tek kendimize kalamıyoruz.
 Gerisi bir paragrafa ilişen alfabeden ibaret.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

kahveler, melodiler ve sokaklar

Yaratıcılık beklenmeyen satırın başrol oyuncusu,
Günleri geçiren melodilerin filtresi kahveler,
Dışarıya açılmış pencere önü dalışları,
Nadiren de olsa bulutlu bir akşam.
Duvarları bordo bir odanın köşesine ilişmiş bir beden..

Kendimi bu şehre ait hissetmiyorum. Aslında bu kadar basit. Evlerin odaları çok salonlu ve eşyalar. Hepsi de yer edinmiş kendine. Bense onların üstünde geçici bir ağırlıktan fazlası değilim.
Düşünceye nereden devam edeceğimi bilemedim, aklım kalabalık sokaklara tezat. Buranın sokakları tenha, spotlar bile kendi dibine yansırken duyulan sadece agustos böcekleri.


8 Ağustos 2013 Perşembe

Tom Waits; but she comes not..


Her zamanki gibi uyanır uyanmaz tütüne uzandı ellerim. Günler süren uyuşukluğumun ellerime düşen yansıması çok açıktı; dökülmüş siyah ojelerimden göz kırpan solgun tırnaklarım. Yanımda büyük yüzü ve azalmaya başlamış saçlarıyla kocam yatıyordu. Yorgun ve huzurlu.Tanrı şahit ya, içki şişelerinin havada uçuştuğu kavgalarımız bile sonunda bitip, yerini'aile' ortamının dinginlik isteyen sularına bırakmıştı bunca yıl. 
Ama artık içemiyordum, midemin ve çocuklarımın, hayatımın en büyük yardımcısı, yaşam destek ünitem olan bourbonlarımla bir sorunu vardı. Zaten yaşam hep böyleydi, sizi sevenler sizin sevdiklerinizi asla kabullenemezler. 
Verandaya çıktım, gün yeni yeni doğuyordu. New Orleans'lı olmanın bir güzelliği de budur; güneş doğmadan gün doğar. Gece boyu yağan piyano tuşları, güneşle birlikte yok olup sırasını bekler akşama dek. Kendimi bildim bileli bu hep böyledir; çünkü piyanolar, trompetler ve gitarlar asla yaşlanmaz. 
Ama ben yaşlı bir kadınım artık. Bunu duymaya alışık olmayabilirsiniz, yani bir kadının kendi kendini ele vermesi sizin için şaşırtıcı bir şey olabilir. Olsun. Ben gerçekten yaşlı bir kadınım. Bir zamanlar diri birer aşk ikonu olan göğüslerim şimdi güneşte kalmış bir sigara paketi gibi solgun ve yorgun. Ama içlerinde hala tütün, hala aşk var. Çünkü zaman yalnızca bedeni yakar. 
Her neyse, bu yazının benimle bir alakası olmamalı. Kendimi anlatmak için oturmadım masaya. Erken kalktığım her sabah gibi ?neredeyse her gün- basit ritüellerimi yapıyordum. Birkaç saatliğine aileden, annelikten, akşama kadar çalışıp geceleri hala sevişmek isteyen bir kocadan sıyrılmak için verandada oturmuş neyi dinlediğimi bilmeden kulak kesiliyordum. Ama o gün ritüelim bozuldu, nasıl olduysa bozuldu işte. Saat 05:56'da telefon çaldı. Açtım, karşımdakini sanki tanır gibiydim. Sesini, konuşma tarzını biliyordum ama farklı bir şeyler vardı. Hastalıklı, yorgun ya da size nasıl tarif edebilirim bilmiyorum ama akoru bozuk bir elektro gibi çamurluydu sesi. 
-Martha, bu sen misin?
-Evet, benim.
-Ben Thomas. Müsait değilsen ya da uyandırdıysam.
-Hayır, hayır Tom. Yalnızca bana bir dakika ver lütfen. 
Ondan bir dakika istedim ama hemen hemen on saniye sonra tekrar telefondaydım. Sigaramı yakmak ve bir bardak su almak içindi bu zaman. O gün yaklaşık yarım saat konuştuk, Orleans'a geldiğini, beni görmek istediğini ama bunu kimseye söylemememi rica etti benden. Kabul ettim, bu zamandan sonra kaybedecek hiçbir şeyim olamazdı. Hayatımdan başka.
Pazartesi günü için sözleşmiştik, bir konser için burada olacaktı ve oturup birer kahve içsek bunun kimseye zararı olmazdı. Tom'u tanıdığım için, bir zamanlar daha da yakından tanımış olduğum için şanslıydım. Ama aksilikler ve kötü şans, güzel şeylerin yakasını asla bırakmaz. Bizim de akıbetimiz böyle oldu; neredeyse 40 yıl sonra, gömüldüğüm bu monoton hayatın içinden uyanmış, tek derdi mesai saatlerinde başarılı olmak olan sıradan bir adamın yanından kalkıp, o sabah telefonda Tom'la tekrar tanışmıştım. O artık Thomas değildi, çünkü Thomas, her sabah okula elinde bir sigarayla gelen her akşam da eve bitik bir viski şişesiyle dönen, sık sık kavga eden ve olur olmaz şeyler yapan bir çocuktu. Bazen bir taşa kulağını dayayıp dinler bazen de iki üç sigarayı birden yakıp içerdi. Fakat şimdiki adam, yani Tom, filmlerde oynuyor, eşi benzeri olmayan şarkılar besteleyip milyonlarca insanla sahnede çıldırıyordu. Kafasında neredeyse hiç çıkarmadığı şapkası, hala 18'lik bir serseriymiş gibi yerinde duramayışı, yaptığı esprilerle herkesi kırıp geçirmesi. Benim, Martha Nicole King'in, kırmızı bir Cadillac'ın arkasında parti çıkışlarında delicesine seviştiğim Thomas şimdi neredeyse her gece binlerce insanla sevişiyordu. Tüm bu olanları "talih"in penceresinden yargılayacak olsak; ben talihsiz eski aşk, o geçmişte terk edilen fakat şimdi herkesin kovaladığı güçlü-yalnız erkekti. Kim bilir, şanssız olan belki de ikimizdik. Çünkü, Thomas'ın bana bir gün çok sevdiği o şairden fısıldadığı gibi; 
Siz ne güzeldiniz benimle bilemezsiniz
A harfinden bir çarşı güneşi yüzünüzde
Hèlene uyruklu bir rüzgârdınız her şiirde
Benimdi, Ronsard'ın bir ülkesiydi yeriniz.

Şimdi kim bilir İstanbul'sunuz değilsiniz
Bir f'diniz Önasya'larda o şey evlerde
Şimdi nasıl bir yalnızlık eser yüzünüzde
Uzun sular olur duymak gibi bir şeydiniz.

Şimdi h, şimdi M sesi ilk nasıl karanlık
İpek gibiydiniz iyisi mi anlatmamalı
Ben yokum ya yoksunuz bakın nasıl artık.

Şimdi bakın nasıl bir yalnızlık vuran benden
Şimdi şiirlerde benim yazdığım sıkıntı
Bayılırsınız bir rüzgâr oynatsam ülkemden 
Pazartesi günü gelmişti. Saçlarımı, yıllardır unuttuğum saçlarımı topladım. Aynanın karşısında epey vakit geçirdim.Uçlarından biraz kestim önce hepsinin, düzelttim, içimden nasıl gelirse o an, öyle yaptım saçlarımı. Sonra da, dediğim gibi işte, ucuz bir tokayla topladım. Kocam ofisine çoktan varmıştı, çocuklar okulda bir şeyler öğreniyor, başka insanlarda kendilerini keşfediyorlardı. Bense, kendimle ikinci kez karşılaşmak için evden çıkıyordum işte.

Buluşacağımız mekana gelişimin üzerinden neredeyse 10 dakika geçmişti ki, siyah ceketi, gri gömleği ve kanvas pantolonuyla Thomas içeri girdi, biraz etrafına bakındıktan sonra beni görüp karşıma oturdu. Siparişlerimizi verdik ve artık rahat bırakılabilirdik. Sesine çöken zaman onu ihtiyarlaştırmanın aksine sanki daha da gençleştirmişti. Temiz kalpli ama tehlikeli bir çocuk gibi konuşuyordu. Çıktığı talk-showlarda neredeyse nadiren gülen bu adam, karşımda hep bir buruk gülümseyişle otururken, konudan konuda atlıyor, bazen gözlerimiz doluyor hemen ardından da katılarak gülüyorduk. Neredeyse her şeyi konuştuk; çocuklarımızı, hayatlarımızı, aradan geçen 40 yıl neyi alıp verdiyse hepsini döktük masaya. Beat kuşağından, Bukowski'den, Jack Keruoac'ten, Boris Vian'dan, o çok sevdiği Türk şair İlhan Berk'ten. Bana birçok şey anlattı; Hemmingway'in mezar taşında "ayağa kalkamadığım için beni bağışlayın" yazdığını, şimdiye kadarki en lezzetli yemeğini Tulsa Oklahoma havaalanında yediğini, centilmen bir erkeğin akordeon çalmayı bildiği halde çalmayan olduğunu. Karşımda sanki farklı biri vardı, Thomas'la Tom'un arasında gidip gelen biri. Sonra dayanamayıp ona, "bir zamanlar dünyanın aynı sokağındaydık, ama şimdi bir sana bak bir de bana, hayata karşı ne gibi bir merakın, ne kadar hevesin kalmış olabilir ki artık Tom?" diye sordum. Sesimdeki kırgınlığı ve hayal kırıklığını anlamış olacak ki, cevap veren Thomas'tı; 
"Merak edecek bir şeyler her zaman vardır, Martha. Kurşunların bilinci var mıdır sence? Kimin bedenine girdiklerini anlarlar mı? Buna bir cevap veremiyorum mesela. Ya da ömrü bir otobanın kenarında geçen ağaçlar ne hissederler? Peki, tamam. Daha kolay bir şey soracağım sana; Ella Fitzgerald, söyledikleri gibi o şarap bardağını sesiyle kırmış mıdır gerçekten?" 
"Kadının sesine bakılırsa. Hiç de zor değil Thomas."
"Sesine bakmak yetseydi benim bu sesle Beyaz Saray'ı havaya uçurmam gerekirdi." 
Biz ayrıldıktan sonra Roberto ile buluşacak ve konserin olacağı salona birlikte gideceklerdi. Söylediğine göre ikisi Jim Jarmusch'un Down By Law filminin çekimlerinde tanışmışlar ve sıkı dost olmuşlardı. Thomas'ın şarkılarını ben de çok seviyordum, yani onun 'hayran kitlesi'ne dahildim, hem de en başta. Onun eski sevgilisi oluşum, bana yaptığı o çok dokunaklı, iç kanatıcı şarkının onun bir hayranı oluşumda hiçbir etkisi yoktu, bunu kesinlikle söyleyebilirim. Jarmusch'u da, Bukowski'yi de çok seviyordum, dünyayı sevişimin yapı taşlarıydı bu adamlar. Ve bu ince çizgide gidip geliyordum; karşımdaki adamın hangi yüzünü sevmeliydim? Hangisiyle konuşmalıydım? Tom'la mı yoksa Thomas'la mı? Bilemiyordum. Benim gibi o da bilemiyordu. Gökle yer arasında uçup duran bir salıncakta gibiydik ve uçtan uca gidip geliyorduk. 
Kafenin loş ışıkları altında dağınık saçları, kemikli yüzüyle duvara yaslanmış karşımda oturuyordu. Thomas böyle bir adamdı işte. Herkesin içinde kendinden büyük bir çocuk olduğunun canlı kanıtıydı. İnsanlar, kendilerini aklamak, hatalarını, ahmaklıklarını bir kılıfa uydurmak için suçu 'içlerindeki çocuk'a atarlardı. Ama Thomas böyle değildi, çünkü kendisini yöneten o çocuğun aykırı, vurucu ve zapt edilemez oluşunu çoktan kabul etmişti. 
Thomas, çocukken dünyanın garip sesler çıkarttığını düşünür, gündelik hayatta hiç dikkatimizi çekmeyen seslerden ürkerdi. Bu bazen bir kağıt hışırtısı bazen de yorganın sesiydi. Gece olunca tüm hayaletlerin, cinlerin yankıları üstüne düşer ve onu korkuturdu. 7 Aralık 1949'da doğan bu adam şimdi 60'larına gelmiş ve karşımda yeni tanışmışız ama birbirimizi rüyalardan ya da mistik güçlerimiz sayesinde biliyormuşuz gibi anlatıp duruyordu. Belki de anne ve babası öğretmen olan çoğu insan gibi, hayatının gidiş yönü ikisi de öğretmen olan müstakbel anne ve babasının tanışıp evlenmesiyle çizilmişti; farklılık ve farkındalık. Jack Kerouac ve Allan Ginsberg'le tanışıp Beat kuşağının eserlerine hayran olduktan sonra geleceğini gösteren ikinci tabelayı da tanıyıp, doğru yöne sapmıştı. Bu adamları, yani Beat kuşağının peygamberlerini babası gibi görüyor ve bu durumu şu sözleriyle açıklıyordu bana; "10 yaşımda babası tarafından terkedilmiş bir çocuktum ve bu adamlar ihtiyacım olan kılavuzlardı. 'Sen benim babam mısın?' diyerek dolaşıp dururken bu edepsiz adamlardan düzinelerce buldum yolumun üstünde." 
Ve tahmin edebileceğiniz gibi, Yolda ve onun gibi tarifsiz kitapları okuyan herkesin yapmak isteyip de yapamadığını Thomas yapmıştı, 15 yaşında evden kaçtı. Aşçılık, gece kulüplerinde fedailik gibi işler yaptı. Benimle birlikteyken de bir gece kulübünün kapısında akşamdan sabaha kadar dikilip duruyor, sık sık kavga ediyor ve şarkılar yazıyordu. İçki ve sigaraya iyice bağlanmıştı. Alkol sorununun ne zamana kadar sürdüğünü bilmiyordum. Fakat anlattığına göre; 1978 yılında, ilk oyunculuk deneyimini yaşadığı Cennet Yolu filminin setinde şimdiki karısı olan Kathleen Brennan'la tanışana kadar günde neredeyse en az 2 paket sigara ve oldukça alkol tüketmişti. Çoğu kadın, bu tarz bir durumda gereğinden fazla ve saçma bir duygusallıkla suçu kendinde bulup alınganlık edebilir; 'benim yüzümden mi alkolikti?'Ama farkındasınız, bu hayli komik olur. Gülebilirsiniz. 
Thomas'ın yani nam-ı diğer Tom Waits'in bu kadar az turneye çıkması, fazla konser vermemesi hep dikkatimi çekmiş ve beni düşündürmüştü. Sebebini sorduğumda yine kendine özgü bir cümleyle yanıtladı beni; "yunusları besleme, yoksa bir dahaki sefere yiyecek için gemini batırırlar." Thomas öyle şeyler söylüyordu ki, söylediğine katılmasanız bile ona haksızsın diyemezdiniz. Şarkıları da hep böyle oldu; etkileyici bir reddedilemezlik. Şunu da söylemeden edemem; Tom Waits şarkıları her ne kadar Beat'in ve siyah beyaz renklerin büyük izlerini taşıyor olsa da Russian Dance ve onun gibi bazı şarkılarından ben hep Tim Burton tadı almışımdır. Belki de şarkıları hakkında söylediği şu cümle her dinleyicisi gibi benim için de çok önemli ve gerçekti; "benim müziğim kulaklarınız için filmdir." Tabi bunları ona hiç söylemedim, şarkılarına hayran olduğumu asla bilmemeliydi. Çünkü bunu önce kendim kabul edemezdim, karşımda oturan kişi benim için hala Thomas'tı. Bazı geceler ağzı burnu kanlar içinde kapıma gelen ve ne olduğunu sorduğumda "ibneleri devirmem o kadar kısa sürdü ki hıncımı alamayıp biraz da kendimi yumrukladım bebeğim!" diyen o adam; Thomas Alan Waits. 
Gerçekten abartmıyorum, çılgının tekiydi. Bana o gün, 'Shake It' şarkısında derinden gelen vokalleri kendi banyosunda kaydettiğini söyledi. Karısından bahsederken de bana, karısının müzik tutkusuyla ilgili "aynı zamanda bir plak koleksiyonuyla evlendim" diyordu. Ama yine de karısı ve Casey, Kelly ve Sullivan adlarındaki üç çocuğu ona farklı bir açılım vermişti. Şarkılarını karısıyla birlikte yazıyorlar, albümlerine ortak imza atıyorlardı. Bunları duymak çoğunuz için rahatsız edici olabilir, yani bir düşünün; terk ettiğiniz adam dünyanın en ünlü müzisyenlerinden biri oluyor, sayısız filmde oynuyor ve bir aktrisle evlenip, başına gelen her şeyi 40 yıl sonra size loş bir kafede anlatıp duruyor. Bir kadının kalbi her şeyi unutur ama yok edemez. Yer altında ışığı bekleyen yaratıklar gibi saklanıp durur bütün eski aşklar, kavgalar ve nefretler. Bu yüzden benim de kafam hayli karışmıştı. Ama bunun ne zamanı ne de yeridir şimdi. 
O gün yağmurlu bir Pazartesi'ydi. Pazartesiler hep yağmurlu olur zaten. Geçmişe dair bir şeylerin, birden önünüze atlayıp sizi karşılayacağı varsa bu mutlaka bir Pazartesi günü olur. İşte benim Pazartesi sendromum da buydu. Size Thomas'la ilgili bir çok şey anlatabilirdim, nasıl öpüştüğünü, nasıl seviştiğini, seviştikten sonra kaç sigara içtiğini, inleyip inlemediğini, hangi viski markasını tercih ettiğini, bir kadının en çok neresine vurulduğunu. Bu tür bir sürü bilgi verebilirdim size, ama hayır, sizin duymak istedikleriniz ?en azından bu yazıyı okuyan güzel kızlar hariç- bunlar değil.Çünkü tahminimce Thomas ile Tom Waits farklı gülen, farklı konuşan, farklı sevişen, farklı yaşayan iki insan olmalı. Kısacası, sizin duymak istediklerinizle benim anlatmak istediklerim bu kadar ayrıyken ortaya ne olduğu belirsiz ama çok farklı bir portre yazısı çıkıyor işte. Şöhretin ve hakkındaki genel görüşlerin, hayranlıkların aksine ben, Thomas'la ilgili tamamen gerçek şeyler yazmak istedim. Ve sanırım bunu, gücümün yettiğince başardım.  
Kafeden ayrılırken Thomas beni ve ailemi de konsere davet etti. İşte tüm konuşulanların en can yakan kısmı buydu. Biz artık iki yetişkindik. Kıskançlıklara zamanımız ve gücümüz yoktu. Bana yazdığı şarkıda, beni hala sevdiğini itiraf eden bu adam, şimdi kalkmış beni eşim ve çocuklarımla birlikte konserine davet ediyor ve bundan neredeyse hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Bense, hem onu canlı dinlemenin heyecanı hem de o salonu dolduran binlerce insandan çok daha şanslı olabileceğimi hissediyordum. Fakat işin öteki yüzü hiç de iç açıcı değildi; yanımda kocam ve çocuklarımla gitmeliydim. Aksini yapıp tek başıma gitsem, önlenemez bir suçluluk duygusu ve huzursuzluk da benimle birlikte gelecekti. Ailecek Tom Waits konserine gidecektik, aslında hepsi buydu. Ve bu her şeyden daha acıydı. Ben Thomas'ı dinlemek isterdim, kırmızı Cadillac'ın arkasında elinde gitarı ve bacaklarının arasında tuttuğu ucuz bir viski şişesiyle birlikte. 
Fakat olan oldu, o gece eşim ve iki çocuğumla birlikte Thomas'ı dinlemeye gittik. Alice, Time, Downtown Train, Telephone Call From İstanbul, All the World Is Green, Dead and Lovely ve Martha. O akşam söylediği şarkıları bir gün cansız bedenimi yakarlarken bile duyacağıma eminim. Onunla tanıştığım ve onun için 'bir zamanlar'lı kipte kalmış bir kadın olduğuma asla pişman olmadım. Bu beni hiç üzmemişti. Ve size anlattığım o telefon konuşması, iki liseli genç gibi elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemeden oturduğumuz o saatler, 40 yıl sonra yaşanılan şu birkaç gün bana ne kadar şanslı biri olduğumu anlatmaya yetti de arttı bile. 
Size Tom Waits'i çok iyi anlatabilirdim. Bırakın da bu kadar küstahlık yapayım, taptığım bir müzisyeni en iyi ben anlatamayacaksam bu dünyada yaşamam bile. Fakat ben Thomas'ı anlatmak istedim. Çünkü benim tanıdığım kişi oydu. Tom Waits'i anlamak ve tanımak istiyorsanız eğer bir iki şarkısını dinleyin yeter, en sıkı dostunuz olur çıkar. Ama Thomas yalnızca benimdi ve hep benim olacak.
 
Martha Nicole King

2 Ağustos 2013 Cuma

Symphony No.7 in A major op.92 - II, Allegretto

Çemberin içine zaman işler mi , milyonda bir ihtimallerin sonuçları gibi dahilliklerimiz, dahiliklerimiz ve sonrasında deliliklerimiz.
Kimseye tanımlanamayan bir evrenin içinde her gün bir önceki günün tekrarını yaşıyormuşuz da zamanı önümüze sunan kavrama mı yeniliyoruz?
Burda sıyrılıyoruz aklımızdan, yıkıyoruz binaları, aşıyoruz şehirleri.
Her denizin birbirine bağlanacağını geçiremiyoruz aklımızdan. Asıyoruz içimizi, dökülüyoruz kahkahalar eşliğinde.
Devamı niteliğinde bir senfoninin en üst notalarına çıkıp basıyoruz alt benliklerimize.
Kaygısızca dinliyor, dinleniyoruz.
Yol denilenin sapmalarını yaşıyoruz, yaşatıyoruz. Rayından çıkıyor düşünceler ve süratle devam ediyor Beethoven.


 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...