30 Nisan 2015 Perşembe

büyük bir çarpışma.
işte yine yaptım!
kafamın içinde milyonlarca düşünce atomlarının çarpıştığı bir kaos yarattım.
böyle zamanlarda istediğime yönelik tepkimelerimin ayarsızlığı tüm dengeyi altüst etmeye yetiyor.
dengede durmayı bilmediğim gibi koşmanın hiç durdurulamayacak bir eylem olduğunu biliyorum.
nefesim kesilene kadar koşuyorum
su altında yaşayabileceğim kadar duruyorum
gücünün yetmeyeceği bir infialin ortasında büyük bir patlamadan tek parça çıkıyorum
dışının içime kalan borcu yapboz parçaları gibi gizleniyor organlarımın arasına
kendimin kontrolünden çıktığım vakit nereye savrulacağımı kestiremiyorum.
bilinç kapanıyor ve kafamın içindeki oklar fırlıyor yerinden.
seni-beni vuruyor en hassas yerlerimizden.
araya hayat giriyor bazen derdin ve ben bu hayata dair varoluşumu reddederdim,
yokoluşları reddettiğim gibi
dahilliğimi reddettiğim gibi
belirsizliğe katlanamadığım kadar bir de bekleyişlere  katlanamıyorum sanırım
mesafeleri araya sokan imkansızlıklardan tut adına zaman dediğimiz tüm bu kavramları da yerle bir etmek istiyorum.
içimde kimin sağ kalacağı belli olmayan bir savaşın ortasında deliriyorum

anlayabilir misin bilmiyorum,
çünkü ben de anlayamıyorum.


                                                                                 
                                                                                   * resim - Alina Maksimenko - Red Figure




+ senin adın ne?

- cemal.

+ cemal, ben daha önce özür dilemek için karısına şiir okuyan bi adamla karşılaşmadım, bu tek başına yetmiyo mu?

- yetiyo mu..





birbirini alt metinlerde yaşayanlar bilir tüm keskinliğin en tiz notasını
o an gelir kasırga olurlar birbirlerine
kimin ölü kimin sağ çıkacağını kestiremeyecek kadar kanatırlar düşüncelerini ...
durup sakinledikçe bıraktıkları felaketin ortasında gezinirken birbirlerini görürler,
adam kadına en yumuşak ses tonuyla konuşur,
kadın onu en sevecen haliyle dinler.
ikisi de çıkarırlar kalplerini koyarlar ortaya,
birbirlerinin parmakları yaralarına uygun ölçüde yerleşir,
yürümeye devam ederler.













*fotograf -
Paulo Nozolino (Portuguese, b. 1955, Lisbon, Portugal) - Berlin 1995    Photography

27 Nisan 2015 Pazartesi

              Bazen, ufuk çizgisine yabancı olduğun bir şehrin denizinde bulursun kendini.
   sert esen rüzgarları vardır ve iskeleleri tahtadansa eğer yürümekten çekinmezsin. sert esen bir  rüzgar günüydü, bense başından sonunu göremeyecek kadar hızlı yürüyordum sonunun adımları alınmış bir iskelede. yürümeye devam ettim.. geldim ve çivi soğuğuna rağmen denizini istedim.






Kıyılarından yürümek vardı üstelik, benimse topuklu ayakkabılarım.
dengede durmak gibi bir alışkanlığım yokken, çıplak ayakla da yaklaştırmazdın düşüşlere.
'- yaklaşma' dedin, bazen ben bile kendimin sonunu göremiyorum.'
geri dönmek hiç adetim değildir.
oturdum bir kıyıya ve dönüp gülümsedim.





saçlarım,tüm sallantıların ardındaki dalgalara meydan okurcasına dümdüz.
ve bir şehir gibi kalabalık.
güneşin bulutları kızıla boyadığı bir medeniyet tutkuya açılan..
sen içimde gezindiğin zamanlarda sarıp sarmalayan güçlü kollar gibi uçumların kenarlarından tutan.
dipsiz derinliğin karanlık çağlarına kendini bırakmaktan korkmayan bir ruhun, ete kemiğe bürünmüş haliydi. araf kurumunun büyük yıkımlara uğratan kalıntıların mimarı parmaklarının notası.
nefes aldığın sürece içime bıraktığın her soluk yeni bir atmosferin yaşam belirtisi.
işte bir kez daha ölüyorum, ilk saklı olanın adıyla doğmak için.
binyıllarca öncesinin kesilmiş hükmü kadar keskindi içimize atılan tohumlar ve karanlıkta büyüyen ağaçların meyveleri zehirli olur.
biz zehirli olanı saklı kıldık, her zehirde olduğu gibi kendimizin panzehiri olduk.
kadın ve erkeğin birleşimi birbirinin zehri, aynaya düşen ters görüntüsüdür.
ve aynalar hiçbir zaman sadece yansımayı göstermez.



*resim : Jarek Puczel aka Jaroslaw Puczel (Polish, b. 1965, Kętrzyn, Poland) - Beloved

25 Nisan 2015 Cumartesi



Bir ölçüm varsa eğer her parmak çamaşır telleri inşa edemez, her parmak da şiir yazamaz.
Yani anlayacağın benim böyle an'larda ölçüm yoktur.
Hayaller daha ağır basar çünkü.
Her kadın saksıda çiçek büyütemez, her kadın da çayı iyi demleyemez.
Bazıları şarap kadehini iyi tutar, bazıları da rakı kadehini.
Unutmak da hatırlamaya mahsustur. Bu yüzden hafızamla oynama.

24 Nisan 2015 Cuma

23 Nisan 2015 Perşembe

özlemenin de son hecesindeyiz artık,
bundan sonrası sıcak asfalt atılır yollara.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Ben ne zaman çok mutlu olsam biri omzuma elini koyup bana mutsuzları hatırlatacak diye korkarım.
mutluluğu korumak adına savaşırım.
mutsuzluğun ne demek olduğunu ve onunla yaşamanın, insanın içine atılan bir tohum gibi büyüdükçe kök saldıkça tüm organlarınızı nasıl acıttığını en içten bilirim.
böyle zamanlarda ne sırtını dönebilir insan ve de yüzünü yüzüne değdirebilir mutsuzluğun.
bu hissin tarifini yapamayacağımı bile bile bir kaç cümle dökeceğim ;

hani insanın sine'si ağırlaşır içine ağırlığın ölçü birimlerini aşan bir yumru eklenir ya, 
ağrıtmaz çünkü ağrıdıktan sonra geçer. bu elektrik sızısı gibi yayılır o bölgeye 
sızladıkça acıtır ve sızısı büyümeye devam eder.

peki neden eyy mutsuzluk beni de içine alıp erittiğin zamanlarda tüm çığlıklarıma rağmen
bir ses olmadın?
sesine mesafe koydun ve ellerimin arasına şehirler girdi.
şimdi mi ses tellerin düğümleniyor, o zamanki çığlıklarım uzay boşluğuna asılı kalmış ve sen 
onları susuz yutmaya çalışıyorsun bu yüzden düğüm düğüm için.
ben duyuyorum.
ben görüyorum.
tam önünde işte tam gözünün önündeyken bakışlarını benden kaçırıp duvardaki asılı
tabloya diktin gözlerini,insan insana göz çevirir mi?

tüm yara bandı ve sargı bezleriyle sarılmış olduğum bedenimi parçalayıp çok uzaklara koşuyorum.
ellerimde bilmediğin haflerden yazılmış kelimeler, çizgisiz kağıtlar ve karalamalar,
gitmeye yabancı olmadığın gibi, dönmeyi meşrulaştırdığın içimde
gidişlerin sadece bir kere olduğu bir coğrafyadan çıktım.



*resim - Sasha Yosselani - Blood, 2012



21 Nisan 2015 Salı

20 Nisan 2015 Pazartesi

"Postcards From Italy" (Beirut cover) - Florence and the Machine



                


Bir kadın hem bu kadar güzel
Hem de muhteşem bir sese sahip olabilir
Saçlarım saçların olsun Florence :)

19 Nisan 2015 Pazar




Pazar kahvaltımı tek başıma yaptım bugün, bizimkiler erkenden kalkmış masayı toplamadan bana bırakmışlardı. kahvaltımı tek başıma yapmayı hiç sevmem.
güney kıyılarının aksine kuzeyin grisi kaplamış gökyüzünü, böyle havalarda hiç uyanmak istemem.  yastığı daha çok kavrıyor kendime bastırıyordum.
bastırdıkça geçicekmiş gibi.
sonra müzik başladı,
barın içinden bir kadın şarkı söylüyordu, kalktım yatagın tam ortasına oturdum piyanonun sesi beni pencereden çıkarmış, üzerimde kırmızı siyah çiçekli bir elbiseyle yağmurlu bir Kadıköy akşamında bir bar taburesinin üzerine oturtmuştu.
yüksek sesten karşındakiyle bağırarak konuştuğun barlardan,
karışmış saçlarıma attım parmaklarımı, o zamanlara göre daha kısa olduğunu farkettiğimde yatağın üstüne geri döndüm.
Şarkı da bitmiş, pencere de rüzgardan açılmıştı..

18 Nisan 2015 Cumartesi

                                                       

                                                           It's a melody

                                                           It's a final cry

                                                           It's a symphony




                        

17 Nisan 2015 Cuma




*Değişik dillerin varlığı olgusu, dünyanın en tedirgin edici olgusudur.
Bu, aynı nesneler için değişik adların bulunduğu anlamına gelir ;
ve insan, nesnelerin hala aynı nesneler olduklarından kuşkulanma zorunluluğu duyar.
Bütün dillerin ardında, dilleri tek bir dile indirgeme çabası gizlidir.



karşıdaki kitapçının aralık kapısından yayılan Tom Waits sesi, bana yağmurlu bir günde tok topuk seslerinin ilerlediği adımları anımsattı.
sabahlarla bağlantısız olamazdı o ses, telefonun ucundaki şehrin kararsızlığından olsa gerek bazı sözcükleri içinden konuşurdu.
tümlecini yitirmiş cümleleri kafamdan tamamlamakta üstüme yoktu, ki zaten çoğu zaman kafamdan tamamlardım her şeyi.
bir tek belirsizlikleri tamamlayamadım ben, başından beri biliyorduk dünün yarından belli olmadığını ve bildiklerimiz bilmediklerimizin pimini çoktan çekmişti.
bilinmezlik tüm sakinlinliğiyle rahatsız etmeye devam ediyordu,kendi geçirgenliği içinde devinimleşen bu durum yüksek bir patlama gibi.
pencerelere koşuyordum ve pencelerelerin karşısında binalar üzerinden güneş enerjileri.
balkonlardan sarkmak da yükseklik tutkusuna dahil, korku pencerelerin arkasına geçilmiş perdelerde kalsın. ne yakılırsa oralarda yakılıyor sonra bir hayal tütüyor ucundan içimiz isler içinde, boğuluyoruz. böyle anlarda bol sigara yakmanın serüvenine kaptırıyoruz kendimizi.
perdelere siniyor ama bu önemsiz.
ben en çok parmaklara sinmesi taraftarıyım. tütün kokusu en çok parmaklara yakışır, ki bilmezler.
bilmek için tütünü tanımak mı lazım illaki, külliyen yalan bizim onla tanışıklığımız sadece 8 yıl kadar önce.
yıllarda iyi olmayabilirim ama gitmelerde gelmeye hep kötü oldum.

12 Nisan 2015 Pazar

Papatyalar toprağın altına köklerini o kadar sağlam salarlarmış ki
yanlarında başka bir tür çiçek kök salmaya cesaret edemezmiş.
Papatya tarlalarını düşünüyorum, yanlarında  yine papatyalar var.
Ve sadece kendileri.
Papatyaları neden bu kadar sevdiğimi anlıyorsundur.






Ve papatyalar da saçlara dahil*

11 Nisan 2015 Cumartesi

sabahları sesini duymak demek
odamın yanındaki pencereye bakan
çam ağacına baharı getirmiş
kanatlı hayvanların kanat çırpışı,
uçma hissine ses getiren.
bakışlarım çok dağınıklaşıyor böyle havalarda
hangi yönden eserse rüzgar o tarafa savruluyorum
sırtımın arkasında deniz
sonsuzluk ve bir gün kadar
mavisine gri bulaşmış bir gökyüzünün
bakmaktan usanmadığım
deniz ile gökyüzünün kesiştiği o çizgi.
benim yolculuğum da burada başlıyor
martıların uğramadığı en tuzlu denizden
soguk rusya kıyılarına vurana kadar ilerliyorum.
bir piyano soğuk savaş yıllarından kalma,
tuşları ağır aksak
kaldırım taşlarına yer etmiş akordeon kadar
uzaktan izleniyor bir pencere camının arkasından,
bunları hayal ediyorum.
ülkelere vizesiz geçişler
ardı arkası kesilmeyen banliyo trenleri
yolun hareketine sarkan ellerimiz
incecik sarılmış tütünler
eşlik ediyor.
gündüzleri devirip geceyi kutluyoruz
panayır yeri gibi içimiz
hangi valse dahiliz bilmem ama
adımlarımız hep birbirine karışıyor
ormanının adını koyamadığımız
asırlık ağacın en yüksek dalına çıkmış
bacaklarımızı sallandırıyoruz dünyaya
ve biliyoruz ki
tüm kurşun kalemler de
bizi taşıyan ağaca dahil.

7 Nisan 2015 Salı

gezegenler arası görme biçimleri



Dionysus



                    



                                        birbirine özgürlüğüyle tutsaklaştırılmış iki ruh
                                                 kadınlığın ve erkekliğin varoluşu
                                                   bilinen tüm tarihlerin inkarı
                                                            aitliğin mabedi
                                                            ateş ve güneş
                                                        kıpkızıl bir gökyüzü
                                                           kan kadar hayat
                                                           ruh kadar insan
                                                           şarap kadar su
                                                           Ay kadar gece



6 Nisan 2015 Pazartesi

Bazen bir şeylerin üstüne gitmek onları çözmeye yetmez.
Nereden gittiğine de bağlı bu aslında. Nereden gideceğini bilmiyorsan ve gittiğin yol onun yolunun yakınından bile geçmiyorsa
ne onu görebilirsin ne kendini.
Yolu, yolun yakını ve uzağı olarak ayırdığında kaybedişin, bu benim yolda izimi kaybettiğim anlamına gelmez.
Ben hiçbir zaman yollardan yorulmadım ta ki yakındayken varedişin uzaktayken yokoluşuma kadar.
Yolun her anına tahammülüm olmuştu da, uçurum diplerini sevdiğimi daha yeni anlaman da
'Düzlüklerden geçip giderken o güneşli deniz kıyılarına inen yollarda, sadece nefesinden almak için bile kenara çekerdim hayatı'  dediğin hayata geç kalmış olmana dahil.

5 Nisan 2015 Pazar

Nesne gibi, eşya gibi
Alelade ortada öylece bırakılmış.

"-  bana 'özel' almıştı, cesaretliydi.
- 'özel'i almak değil mesele, arkasında durabilmiş mi?
 peki şimdi nerde?
-   . . . "



”yarayla alay eder yaralanmamış olan
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden.."



2 Nisan 2015 Perşembe

Opera





oynadığımız taşkın oyunda
yenmek
yenilmek
mümkün değilken
Yoksa değişecek tokuşacak birşeyimiz,
yoksa alacağımız kimseden, yoksa vergimiz
hangi kinli mantık zaptediyor parmak izlerini ve düşüyor sabıka defterine siluetimizi?
Kuşlar geçiyor, bedevi, hüzünlü,
kuşlar geçiyor içimden,
başkalaşır gibi bir resimde : Sökün ediyor bir kere daha güneş,
sökün ediyor yüzeye doğru
derindeki inatçı sızı : Dönüyorum kendime yeniden 
ve yaşıyorum eril peygamber
böceğinin kılpayı yaşadığı
kutuplarda : Doyum ve ölüm,
oğul ve yorgun yolculuk,
sabr ve taşkı, kilit ve çiçek
sürüyorum bir an : Bilmiyorum ki
ömür müdür sımsıkı tuttuğum içinde,
sonsuz bir korku mudur yoksa
bir anda biçim alan ve bozuşan,
içimde : Biliyorum : 
Acımasız bir bekleyişin ucunda duruyor pişmanlığım,
duruyor ve bekliyor orada
uzun bir kıvanca kenetlenmiş şimşek.
İşte yazıyorum seçtiğim öyküye ters düşen 
teğet bir noktaya bende doğup
bende ölen bir gelgiti :
Yazıyorum ve uzaklaşıyor ağır ağır gövdemden
ortamdaki amalgam : Bir ateş ki
yayılıyor tam söndürecekken.



1 Nisan 2015 Çarşamba

                                                         t.w. adorno / minima moralia

                                                                              ༺༻

                                                                       45. fargman



"Nasıl da hastalıklı görünüyor büyüyen her şey". — 

Diyalektik düşüncenin şeyleşme
eleştirisinin bir başka boyutu daha var: Bireysel olguları kendi yalıtılmışlıkları ve
ayrılıkları içinde olumlamayı reddeder: Yalıtılmanın kendisini de evrenselin bir
ürünü olarak görüyordur. Böylece hem manik sabitleşmeye karşı, hem de mutlak
yargılarının bedelini konusunun özgül deneyimini yitirmekle ödeyen paranoid zihnin
boş bir kabuk gibi dirençsizce sürüklenişine karşı bir panzehir olur.
Diyalektiğin İngiliz Hegelcilerinin elinde ve daha çok da De-wey'nin gayretkeş
pragmatizminde dönüştüğü şeye indirgenemeyece-ği anlamına da gelir bu: Bir
ölçü ve oran duygusu değildir diyalektik, her şeyin perspektif içine yerleşmesini
sağlayan inatçı ve kunt bir sağduyu felsefesi değildir. Gerçi Hegel'in de
Goethe'yle konuşmalarında, kendi düşüncesini üstadın Platonizmine karşı
savunurken ("[diyalektik] temelde her insanın doğasında bulunan bir muhalefet
yeteneğinin, doğruyu yanlıştan ayırmamızı sağlayan bir yeteneğin
düzenlenmesinden ve yöntemli bir biçimde geliştirilmesinden başka bir şey değildir"
böyle bir görüşe yaklaştığı sanılabilir. Ama kendi kendini çelen bir hınzırlık
da sezilir önerdiği formülün örtülü anlamında, çünkü "herkesin doğasında
bulunan" şeylerden biri tam da sağduyunun red-didir; insanın en derin
özelliklerinden biridir sağduyulu davranmaktan kaçınmak, hatta ona muhalefet
etmek. Sağduyu, belli bir durumda koşulların doğru değerlendirilmesi demektir
ve pazarın terbiyesinden geçmiş bu dünyevi gözün diyalektikle bazı ortak yönleri
yok değildir: Dogmalardan, dar kafalılıktan ve önyargılardan azadelik. Sağduyunun
ayıklığı hiç kuşkusuz eleştirel aklın bir ânını oluşturur. Ama onu bu aklın
yeminli düşmanı yapan bir özelliği de vardır: Tutkulu bağlanmalardan uzak durmak.
 Çünkü bütün genelliğiyle "kanaat" denen şey her zaman
toplumun o andaki haline aittir ve somut içeriği de zorunlu olarak karşılıklı
anlaşma ve kabullenişlerden oluşur. On dokuzuncu yüzyılda sağduyudan yardım
isteyenin hep Aydınlanma karşısında bir vicdan rahatsızlığı yaşayan bayat
dogmatizm olması ve J. S. Mili gibi yaman bir pozitivistin bile sağduyuya çatmak
zorunda kalması bir rastlantı sayılamaz. Ölçü duygusu, kişiyi sadece yerleşik
ölçüler ve değerler açısından düşünmeye de götürür. Akla davetin çoğu zaman
akıldışının ilk başvurduğu mazeret olduğunu görmek için, bir egemen klik
üyesinin "ama bu hiç önemli değil" deyişine bir kez bile tanık olmak veya
burjuvanın aşırılıktan, histeriden, çılgınlıktan tam ne zaman söz açmaya
başladığına dikkat etmek yeterlidir. Hegel, kudretli feodal beyin vergisine ve
sürek avlarına katlanmayı yüzyıllar içinde öğrenmiş olan köylünün inatçılığıyla
vurguluyordu çelişki ilkesinin sağlıklılığını. Daha sonraki egemenlerin "devranın
değişmezliğiyle" ilgili pek sağlıklı görüşlerine dil çıkarmak ve onların "ölçülerinde"
o muazzam ölçüsüzlük ve oransızlığın küçültülmüş bir imgeyle yansıdığını deşifre
etmek de diyalektiğin görevidir. Diyalektik akıl, karşısında egemen akıl durduğu
sürece, akıldışı olan şeydir: Ancak bu aklı içermek ve iptal etmekle kendisi de
makulleşebilir. Bağnazlık, hatta sofistlik değil miydi, işçinin harcadığı emek
süresiyle kendi yaşamını yeniden-üretmesi için gerekli olan süre arasındaki farkı
tam da mübadele ekonomisinin orta yerinde gözlere sokmak? 
Eleştirilerini yüklediği arabayı atın önüne koşmamış mıydı Nietzsche? Kari Kraus, 
Kaf-ka, hatta Proust, her biri kendi tarzında, sahtelik ve önyargıyı silkip atmak için dünya
imgesine önyargıyla yaklaşmadılar mı, onu çarpıtmadılar mı? Diyalektik de sağlık
ve hastalık kavramlarının önünde eli kolu bağlı kalamaz - onların yavrusu olan
akıl ve akıldışı kavramlarının önünde de. Egemen evrensel düzenin ve öne
sürdüğü ölçülerin hasta olduğunu -sözcüğün en düz anlamında paranoya ile,
"marazi dışa-yansıtma" ile malûl olduğunu- bir kez gördükten sonra, iyileştirici
hücrelerin de ancak o düzenin ölçütleri açısından hasta, egzantrik, paranoid, hatta
"deli" olan şeylerde yaşayabileceğini anlar. Ortaçağda olduğu gibi bugün de krala
doğruyu söyleyebilecek tek insan sarayın bu-dalasıdır. Diyalektikçinin görevi de
budalanın hakikatinin kendi mantığını bulmasına, kendi sınırlarına ulaşmasına
yardımcı olmaktır - aksi halde o hakikat de ötekilerin sağlıklı sağduyusunun
amansızca dayattığı hastalık uçurumunda yitip gider.


                                                           

                                                           t.w. adorno / minima moralia

                                                                              ༺༻

                                                                       21. fargman



Geri alınmaz, değiştirilmez.

 Hediye verme âdetini unutuyoruz. Mübadele
ilkesinin çiğnenişinde anlamsız ve inanılması güç bir şey var; zaman zaman
çocuklar bile kuşkuyla bakıyor hediye verene, sanki hediye onlara sadece fırça ya
da sabun satmak için başvurulan bir hileymiş gibi. Bunun yerine hayır
derneklerimiz var artık, resmi lütufkârlıklarımız ve toplumun görünürdeki
yaralarını gözlerden saklamak için yaptığımız planlı çalışmalarımız var. Bu türden
örgütlü çalışmalarda insanca dürtülere yer yoktur; ve zaten bağışta her zaman
aşağılayıcı bir şey vardır: Dağıtılır, hakça bölüştürülür, kısaca onu alanı bir nesne
durumuna düşürür. Kişisel hediyenin bile, öngörülmüş bütçeye titizlikle bağlı
kalarak, karşıdaki insanı iyice tartarak ve mümkün olan en az çabayı harcayarak
gerçekleştirilen bir toplumsal işlev durumuna düştüğü, akılcı bir nezaketsizliğe
dönüştüğü söylenebilir. Vermenin asıl sevinci, alanın da sevincini hayal
edebilmekten geliyordu. Seçmek, zaman ayırmak, zahmete katlanmak, ötekini bir
özne olarak görmek demektir bu: Savrukluğun ve gelişigüzelliğin tam tersi.
İşte bunu kimse yapamıyor gibi şimdi. Olsa olsa, kendilerinin de sevebileceği şeyleri
veriyorlar, ama tabii birkaç derece daha kötüsünü. Vermenin yozlaşması, o iç
karartıcı icattan, "hediyelik eşya" diye üretilen şeylerden de anlaşılabiliyor; kişinin
ne vereceğini bilmediği çünkü aslında vermek istemediği varsayımına dayanıyor
bu yeni icat. Bu ürünler de alıcıları kadar bağlantısız. Başından beri birer
uyuşturucuydular pazarda. Verilen hediyeyi değiştirme hakkınınsa şundan başka
anlamı yok: "Al bunu, sana ait, ne istersen yap onunla, eğer hoşuna gitmediy-se
geri verip yerine başka bir şey al, benim için hiç fark etmez." Üstelik normal
hediyeler vermenin yol açtığı sıkıntılı mahcubiyetle karşılaştırıldığında,
satılabilirlik ilkesinin bu mutlaklaştırılması bile daha insanca seçeneği temsil
ediyor, çünkü hiç değilse alıcının kendi kendine bir hediye almasına imkân
veriyor - böyle bir şey hediyenin doğasına aykırı olsa bile.
Ürünleri yoksulların bile erişebileceği bir yakınlığa getiren üretim patlaması
yanında, hediye vermenin yozlaşması önemsiz, bu konuda düşünmek de
duygusallık sayılabilir. Ne var ki, bir bolluk ortamında hediye gereksizleşse bile -
üstelik, bu da bir yalandır, hem özel hem de toplumsal bir yalan, çünkü bugün bile
hayal gücümüzü biraz çalıştırmakla müthiş sevindiremeyeceğimiz hiç kimse yoktur-
 insanlarda vermemenin yarattığı bir boşluk olacaktır.
Vermeyen insanın en vazgeçilmez yetileri dumura uğrar; çünkü katışıksız içselliğin
tecrit hücresinde değil, ancak dışarda, nesnelerle canlı bir temas içinde gelişebilir bu yetiler. Vermeyen insanların yaptıkları her şeyden bir soğukluk yayılır:
Gereken şefkat sözcüğü söylenmemiş, beklenen düşünceli davranış gösterilmemiştir.
Bu soğukluk, kaynaklandığı kişileri de ürpertmeye başlar sonunda.
Bütün şefkatli, iyi ilişkiler,
hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. 
Fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.



 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...