26 Şubat 2015 Perşembe

Sen yağmur dök





Aya yakalandı ayrıklar 
Yüzümü üzüyor öyle bakma 

Şimdi içime çığ düştü 
Üzülüyor gölün dalgası 
Yarını bana al 
Boynuma kır öpüşü 

İçime bata bata 
Ağaç uzuvunu kırar 
Göz izlerse öyle dalını 
Sen yağmur dök 
Uyuyabilsem gece keder olmaz 
Örtü kalır 
Kenarı unutulur 

23 Şubat 2015 Pazartesi





'Belki de göz ciddi anlamda ruhlar alemine açılan bir penceredir.''






Sofi : Phasianidae (Sülüngiller) hakkındaki hikayeleri biliyor musun?
Ian : Ne? Hayır.
Sofi : Bir kuş çeşidi; bütün zamanını tek bir ana sığdırabilen bir kuş. Ve sürekli aşkın ve nefretin ve korkunun ve mutluluğun ve üzüntünün aynı anda şarkısını söyler. Hepsi birlikte muhteşem bir ses topluluğu oluşturur.
Ian : Sen nerelisin?
Sofi : Başka bir gezegenden. Ve bu kuş, hayatının aşkıyla tanıştığı zaman, hem üzgün hem de mutlu oluyor. Mutlu çünkü, her şeyin onun için yeni başladığını görüyor ve üzüntülü çünkü, her şeyin bittiğinin de farkında.



22 Şubat 2015 Pazar


"Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi 
muhteşem bir mutluluğun kapısına."



Ağır Ölüm

             


Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, 
her gün aynı yoldan yürüyenler, 
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, 

giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, 
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,

beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, 
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği 
küt küt attıran bir demet duygu yerine 
“i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,

bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, 
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, 

okumayanlar, müzik dinlemeyenler, 
gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, 
kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, 
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, 
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, 
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, 
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, 
anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
                                                      
                                                         
                                                               PABLO NERUDA










"yarayla alay eder yaralanmamış olan
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederden
sen ondan çok daha parlaksın çünkü
sen! tüm göklerin en güzel yıldızlarının ilki!
sen! sen aydınlatırsın geceyi"

21 Şubat 2015 Cumartesi






Sepet içine atılmış zaaflardan
Kimi zaman sevinçle
Kimi zaman hüzünle
Küçük mutluluk dallarımızı yakarken
Bazıları yürütülmüş
Bazıları köşe başı tekellerinden
Kadıköy'de bir sokaktan
Karaköy'de tünel çıkışından..


18 Şubat 2015 Çarşamba

Diyalog


"bir insan bilmiyorsa ne istediğini. 
hem seni ziyan eder hem de kendini." 

buydu dolmuşta okuduğum söz :)

aslında güçlü insan her şeyden önce ne istediğini bilen insandır. tabii bir insanın ne istediği de tartışılır bir durumdur. ama günümüzde artık insanlar kendilerini ve ne istediklerini o denli kaybetmiş haldeler ki, kendini bilmek ve ne istediğini bilmek gerçekten bir erdem niteliğine büründü. 


Çok güzel bir sözmüş.. gerçekten.

insanların istekleri çok çabuk değişebiliyor artık değil mi bugün onu isterken yarın diğerini isteyebiliyorlar.
ama özünde birşeyi  istemek kendi idealleri doğrultusunda yaşamını tamamlayabilmeleri için temel şarttır.
istediğimizi gerçekleştirmek uğruna değil mi bütün bu çabalarımız.
işte güçlü insan bu zaman zarfı içinde vazgeçmeyen insandır, böyle insanlara hep saygı duyarım.
Pes etmek çoğu insana göre bir kaçış yolu olabilir.
Bana göre korkaklıktır.


günümüzdeki modern benliğe sahip insanlar böyle yaşıyorlar artık. bu onları yoruyor ve bundan şikayetçi olsalar da değişen bir şey yok. bir şeyi değiştirmek, hele ki bu kendinle ilgiliyse işte bu gerçek cesareti gerektiren çok başka bir durum. insanlar kendilerine ve yaşama karşı cesaretlerini kaybettiler. herkes bir şeylerin değişmesi gerektiğini söylüyor, ya da kişisel düzeyde kendinden memnuniyetsiz, ama kimse yaşamını, yaşam tarzını, bakış açısını milim kıpırdatmıyor. 

bugün öyle yarın böyle evet ama, öz'de değişen hiçbir durum yok. hatta bu farklı şeyleri isteme de insanların monoton hayatına bir renk katıyor gibi görünüyor onlara. özgün olduklarını düşünüyorlar ve gelip geçici olan böylesi durumlarda heyecanlar yaşıyorlar. heyecan insanlar için uçucu bir şey. kimyasal uçucu. 

ki aynı dediğin gibi, insanlar ne istediklerini bilmedikleri için bir şeylerden pes etmemeleri de gerekmiyor. böyle bir payda yok insanlarda. 


ve her şey uçucu, gelip geçici. bu günümüz insanlarına dair az çok hiçbir zemin bırakmıyor geriye. onları ve yaşamlarını, yaşam biçimlerini radikal bir düzlem içinde reddetmekten başka hiç bir nefes yolu kalmıyor geriye.  


Hani demişsin ya

"bir şeyi değiştirmek, hele ki bu kendinle ilgiliyse işte bu gerçek cesareti gerektiren çok başka bir durum. insanlar kendilerine ve yaşama karşı cesaretlerini kaybettiler."

ben bunu geçtiğimiz yaz sürecinden, kendimde gerçekleştirdiğim için öyle iyi biliyorum ki. bana ve yaşamımdaki insanlara zarar veren yönlerimi farkedip ortadan kaldırmak istedim. bu tabiki hemen kısa bir süreç içerisinde olmuyor, zaten insanın dogası gereği olması mümkün olamaz. İnsansa temelinde üstelik, bir şeyler bir an'da varolup bir an'da yok olamaz. zamana ihtiyacım vardı, ve kendi kendimin temelinde tüm artçılarıyla yaşattım, düşündüm, analiz ettim ve kararlar aldım.

Gerçek cesaret dediğimiz aslında insanın ilk önce kendisine, kendi kendisiyle yüzleşme durumudur. bazı şeylerin farkında olabiliriz, hayıflanırız ama harekete geçmek bir o kadar ütopyadır.
önce birşeylerin değişebileceğine inanmalı insan, en başta da kendinde.




17 Şubat 2015 Salı



Geceler uzun.
Aklım kalbimi anlamayacak kadar kaçak.
Yaşıyoruz üstelik,
Olmuyor işte, ben yine kendimle başa çıkamıyorum
Özgürlüğün ne haddine!
İçini kelimelerle doldurduğu bir ruhu var
Bu korkunç
Benziyoruz bu derece
Bir o kadar,
Farklı.
Düşlemek ve düşünmeye gebe geceler.
Geceler uzun.

16 Şubat 2015 Pazartesi




Kurşun Kalemler.
Siyah beyazız, omurgalarımızı çizer gibi değil
Ruhun kıvrımlarına dokunuşlar yapıyoruz
Renkleniyor o zaman dünya.
Hatlarımızın ucu bucağı belli olmuyor
Denizlerin içinde gökyüzüne bakabilmek için yükseliyor hayallerimiz.
Yerküre dediğimiz bu küçük fanusun içinde
Birkaç kurşun kalem sadeliğinde.

14 Şubat 2015 Cumartesi



Artık takvimlere işlenmemiş bir zaman birimi var hikayemizin.
Birlikte geçen gizli tarih
Sevişmeler binlerce ışık yılı
Ben Akdeniz'de güneşten bir parça takıyorum saçlarıma ve sen Marmara'da olabildiğince mavi.
Dünyanın yörüngesine oturup birer sigara yakıyoruz ve nice şarkılar
Adımlarımız birbirine illegal, sokaklarda.
Enlem farkıyla yukarıdasın ve ben yerçekimine en çok
Seni özlediğim zamanlarda kızıyorum.
Bıraksa,
Belki düşeceksin coğrafyama.

12 Şubat 2015 Perşembe

Gelecek Uzun Sürer


Ahmet: Sumru? Camı açıp bir sigara içsem rahatsız olur musun?

Sumru: Bana da bir tane yaksana... Ne düşünüyorsun?

Ahmet: Aslında sadece yeryüzünün lanetlileri kim onu merak ediyorum. Ya sen?

Sumru: Acaba gelecek yirmi beş yılda neler olacak bu ülkede.

Ahmet: Söyliyim; olacak olanları mı, olmasını istediklerimi mi?

Sumru: Bu hangi filmden?

Ahmet: Bu henüz çekilmemiş bir filmden...


Yirmi beş yıl sonra biz senle belki yine Ben-ü sen'de surlara çıkarız,
ama biraz yaşlanmış oluruz.
Senle beraber bütün Karadeniz'in etrafını bisikletle dolanırız.
Batum'da çaça içer hüzünlü gürcü şarkıları dinleriz.
Sonra bir de Mayakovski'nin evine götürürüm seni.
Yalta'lı Doktor Çehov'dan öyküler okuruz.
 'İçelim ve birbirimize sen diyelim' diyip Moskova-Petruşki treninde votka içeriz.
Varna'da 'karşı kıyıdan sesleniyorum sesimi işitiyor musun memeet, memet...' diyip Nazım'ı yaad ederiz.
 Sonra haritayı açarız,
gözümüzü kapatırız, parmağımızı böyle koyarız bir noktaya,
derim; yürü, dünya haritasına.
Sonra ben belki politikaya atılırım.
Ama sadece ulaştırma bakanı olurum ha.
Bütün ülkeyi demir yollarıyla döşerim.
Sadece batıdan doğuya değil
doğudan Karadeniz'e,
Karadeniz'den Akdeniz'e uzun uzun demir yolları.
 Sonra her bölgede yok olmakta olan diller ve kültürlerle ilgili enstitüler kurulmuş olur.
Sonra,
sonra ülkede her şey değişmiş olur.
Sonra çalışma saatleri beş saat olur.
Sonra otuz yıldır içinde bulunduğumuz bu çatışma ortamıyla ilgili hakikatleri araştırma komisyonları kurulmuş olur.

 Sonra, ne çok sonra var değil?







10 Şubat 2015 Salı

Sarı Söz





buza devrildi su zamansız her şarkıda
her şakanın altında bir aslan
bir kurdu kokladı sokağı ısıtıp
sevemem ya ölürsek...

masaldı hemen dünyaya düştü
cam önünde gün tahriği yola düştün...
bakıştan akardı güzellik
boşluğuna dolduğun hasrete yan.

bir adamın izine yan
sarıdır rüzgarın sözü
yağmuru al güneşe yan
göğsümüzde bin duman.

8 Şubat 2015 Pazar

                                                        t.w. adorno / minima moralia
                                                                   
                                                                          ༺༻

                                                                  107. fargman


.Ne cherechez plus mon coeur.*

 Her sosyal daveti onarılmış yaşam için bir “açıl susam” çağrısı olarak alan ve Balzac’ın saplantısının mirasçısı olan Proust’un bize refakat ettiği labirentlerde her türlü ihtişamın karanlık sırları dedikoduyla açığa çıkar ve sonunda onun fazla yakın ve özlemli bakışları altında tüm parıltısını yitirip çatlar. Ama bu placet futile [beyhude dilek, beyhude yakarış], tarihin mahkûm ettiği ve gereksizliğini her burjuvanın basit bir hesapla ortaya koyabileceği bir sınıfa gösterilen bir ilgi, müsrifler üzerinde israr edilen bu saçmasapan enerji, önemli sayılan şeylere yönelen berrak ve sağduyulu bakışınkinden çok daha ciddi sonuçlar alır. Proust’un kendi toplumunun portresini yaparken içinde çalıştığı çöküş çevçevesi, aslında güçlü bir toplumsal eğilimin ifadesidir . Charlus’de Saint-Loup’da ve Swann’da kendi çöküşüyle karşılaşan şey, son şairin adını bile bilmeyen bir sonraki kuşakta hiç olmayan şeydir. Yozlaşmanın egzantrik psikolojisi, kitle toplumunun negatif antropolojisini de ortaya çıkarır: Proust, bütün aşkların başına çöreklenmek üzere olan belanın alerjik bir betimlemesini vermiştir. Burjuva çağı boyunca aşkın kısmen karşı durabildiği mübadele ilişkisi onu tümüyle içeriyordur artık: son dolaysızlık da her sözleşmiş çiftin bütün öbür çiftlerle kendi arasında koyduğu mesafeye kurban düşmektedir. 
Egonun kendine verdiği değer aşkı soğutur. Sadece sevmek bile daha çok sevmek gibi görünür bu durumda ve daha çok seven kişi de hatalı duruma düşmüş olur.

“Sevilenle ilişki,” der Proust Le Temps retrouvé’de, “kadının iffeyle ya da uyandırdığı aşkın şehvani niteliğiyle hiç ilgisi olmayan nedenlerle de platonik kalabilir. Âşık, aşkının aşırılığından ötürü, kavuşma anını yeterince serinkanlı ve kayıtsız bir tavırla beklemiyordur belki de. Durmadan ona yaklaşmaya çabalıyor, sürekli mektup yazıyor, her yerde ona rastlamaya çalışıyordur; ama kadın onu reddedince o da umutsuzluğa kapılır. Bu noktadan sonra artık şunun çok iyi farkındadır kadın: Sadece dostluk ya da yan yana bulunma imkânı sunmakla bile her türlü umudu bir yana bıkarmış olan adama öyle büyük bir mutluluk ihsan etmiş olacaktır ki, artık ona başka bir şey sunma zahmetine girmesi de gerekmeyecektir; bu yüzden, âşığı artık onu görmemeye katlanamaz olduğu ve ne pahasına olursa olsun savaşa son vermek istediği bir duruma gelene kadar rahatça bekleyebileceğini de biliyordur kadın: Dayatacağı barış anlaşmasının ilk koşulu, ilişkilerinin platonik düzlemde kalmasıdır… Bunların hepsinin içgüdüleriyle sezmiştir kadın; âşık, arzusunu gizlemeyi daha en baştan beri beceremediği için, o da kendini âşığına vermeme lüksünü rahatça kaldırabileceğini pek iyi biliyordur.” Ürkek ve deneyimsiz Morel, kudretli âşığından daha güçlüdür. “Sadece kendini vermeyi reddetmekle bile hep daha üstün konumda kalıyordur ve onu reddedebilmesi için de sevildiğini bilmesi belki de yeterliydi.” Balzac’ın Duchesse de Langeais’inin kişisel motifi evrenselleşmiştir.** Her Pazar akşamı New York’a dönen binlerce otomobilin her birinin kalitesi, içinde oturan kızın çekiciliğine denktir. – Toplumun nesnel çözülüşü, erotik dürtünün zayıflamasında da öznel ifadesini bulur: Kendini sürdüren monad’ları artık birbirine bağlayamamaktadır bu dürtü, sanki insanlık da fizikçilerin patlayan evren teorisini taklit ediyordur. Sevilenin buz gibi kayıtsızlığı – ki çoktandır kitle kültürünün adı konulmuş kurumlarından biridir- karşılığını âşığın “doymak bilmez arzusunda” bulur. Casanova bir kadını önyargısız olarak nitelediğinde, herhangi bir dinsel âdetin onu kendini teslim etmekten alıkoymadığını kastediyordu; bugünse önyargısız kadın, artık aşka inanmayan ve karşılığında daha çok alacağından emin olmaksızın herhangi bir ililşkiye gözü bağlı duygusal yatırımlar yapmayan kadın anlamına gelmektedir. Bütün bu hayhuyu başlattığı varsayılan cinsellik de eskiden yoksunluğun işgal ettiği alana girerek tıpkı onun gibi sanrıya dönüşmüştür. Yaşama düzenleri artık kendinin bilincinde olan hazza izin vermediği ve onun yerine fizyolojik işlevleri geçirdiği için, ketlenmemiş cinselliğin kendisi de cinsellikten arınmaktadır. 
Hayır, aslında kendilerinden geçmek istemiyorlar artık; tek istedikleri, zaten gereksiz bir gider olarak gördükleri bir harcamanın karşılığını almak.




* – “Artık aramayın, kalbimi”: Baudelaire’in “Causerie” (“Konuşma”) şiirinden.
** – Duchesse de Langeais, Balzac’ın aynı adı taşına romanının kadın kahramanı; işlevlilik, Langeais’de soğuklukla birleşmiştir.
Resim : Edvard Munch - Consolation

4 Şubat 2015 Çarşamba


Distopya ve Tin

Kiralık bir çağın  misafirleriyiz. Durmak bilmeyen hırslarıyla, varoluşlarına kalıplaşmış gündeliklerini yaşam olarak nitelendiren bir toplulukta yaşıyoruz. Artık bu kabulleniş süreci azımsanacak bir boyuttan çıkmış olmalarıdır ki tek başına kabuk savunmasında kalıyor insan.
Modern yaşamlar adı altında üniformalı, beyaz yakalı idealistliğinde her geçen gün üst üste yığılışınızı bir adım geriye atarak izliyorum.
Bu bir ilerleme hareketi olamaz, tükenişe karşı geri adımlama tekniği bir nevi korunma içgüdüsüne bağlanıyor. Biz bunları anlamlandırma evresinden çok daha ileri gitmiş durumdayız. Tüm hadlerimizi ceplerimize toplayıp, fabrikasyon üretimi beyinlerin tek düşünce sistemi altında programlanmış ve uyuşmuş olduklarını kabul görüp bir virüs gibi yayılan bu kültürün hem içinde hem dışında durmaya gayret gösteriyoruz.
Karşıtını tanımadan kendi kimliğini belirleyemezsin.
Senin gibi oldugunu sandığın her birey yanıltıcı bir unsurdur.
Gerçek, her bir bireyin ayrı oldugunu salt çizgilerle çizmiştir.
Yanılsamalar da bu çağ içerisinde sadece teselliden öteye gidemez, benzerlikler farkedilir. Frekanslar ortalama anlaşma, anlaşılma düzeyine indirgendikten sonra bireysel yalnızlaşmaya bir nevi ara verilir.
Küçük molalarla kendimizi bir benzerimiz üzerinden aktarmaya başlarız. Bir süre zarfından sonra akmalıdır insan, kendine taşışlarının sonucu hiçbir yere bağlanmaz.
Sonsuz bir düzlemler ülkesi düşünün, aklımız da duygularımızın izomorfik bir yansımasıdır böylece bedenimiz metamorfik bir yapıdır.
Bana kalırsa varlığının kuşkusunu barındırmayan en kıymetli olan Ruh'tur. İstediğiniz role bürünürseniz bürünün, hangi kalıba girmek isterseniz girin idealistliği tüm dürüstlüğüyle sürdürendir.
Aklın ürettiği türden düşüncelerle yargılanamaz, elle tutulamaz.
Sezilir, bir ruha ait tüm özlerce.

Ait kılınamaz özgürlüğün kanatsız halidir.


 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...