8 Şubat 2015 Pazar

                                                        t.w. adorno / minima moralia
                                                                   
                                                                          ༺༻

                                                                  107. fargman


.Ne cherechez plus mon coeur.*

 Her sosyal daveti onarılmış yaşam için bir “açıl susam” çağrısı olarak alan ve Balzac’ın saplantısının mirasçısı olan Proust’un bize refakat ettiği labirentlerde her türlü ihtişamın karanlık sırları dedikoduyla açığa çıkar ve sonunda onun fazla yakın ve özlemli bakışları altında tüm parıltısını yitirip çatlar. Ama bu placet futile [beyhude dilek, beyhude yakarış], tarihin mahkûm ettiği ve gereksizliğini her burjuvanın basit bir hesapla ortaya koyabileceği bir sınıfa gösterilen bir ilgi, müsrifler üzerinde israr edilen bu saçmasapan enerji, önemli sayılan şeylere yönelen berrak ve sağduyulu bakışınkinden çok daha ciddi sonuçlar alır. Proust’un kendi toplumunun portresini yaparken içinde çalıştığı çöküş çevçevesi, aslında güçlü bir toplumsal eğilimin ifadesidir . Charlus’de Saint-Loup’da ve Swann’da kendi çöküşüyle karşılaşan şey, son şairin adını bile bilmeyen bir sonraki kuşakta hiç olmayan şeydir. Yozlaşmanın egzantrik psikolojisi, kitle toplumunun negatif antropolojisini de ortaya çıkarır: Proust, bütün aşkların başına çöreklenmek üzere olan belanın alerjik bir betimlemesini vermiştir. Burjuva çağı boyunca aşkın kısmen karşı durabildiği mübadele ilişkisi onu tümüyle içeriyordur artık: son dolaysızlık da her sözleşmiş çiftin bütün öbür çiftlerle kendi arasında koyduğu mesafeye kurban düşmektedir. 
Egonun kendine verdiği değer aşkı soğutur. Sadece sevmek bile daha çok sevmek gibi görünür bu durumda ve daha çok seven kişi de hatalı duruma düşmüş olur.

“Sevilenle ilişki,” der Proust Le Temps retrouvé’de, “kadının iffeyle ya da uyandırdığı aşkın şehvani niteliğiyle hiç ilgisi olmayan nedenlerle de platonik kalabilir. Âşık, aşkının aşırılığından ötürü, kavuşma anını yeterince serinkanlı ve kayıtsız bir tavırla beklemiyordur belki de. Durmadan ona yaklaşmaya çabalıyor, sürekli mektup yazıyor, her yerde ona rastlamaya çalışıyordur; ama kadın onu reddedince o da umutsuzluğa kapılır. Bu noktadan sonra artık şunun çok iyi farkındadır kadın: Sadece dostluk ya da yan yana bulunma imkânı sunmakla bile her türlü umudu bir yana bıkarmış olan adama öyle büyük bir mutluluk ihsan etmiş olacaktır ki, artık ona başka bir şey sunma zahmetine girmesi de gerekmeyecektir; bu yüzden, âşığı artık onu görmemeye katlanamaz olduğu ve ne pahasına olursa olsun savaşa son vermek istediği bir duruma gelene kadar rahatça bekleyebileceğini de biliyordur kadın: Dayatacağı barış anlaşmasının ilk koşulu, ilişkilerinin platonik düzlemde kalmasıdır… Bunların hepsinin içgüdüleriyle sezmiştir kadın; âşık, arzusunu gizlemeyi daha en baştan beri beceremediği için, o da kendini âşığına vermeme lüksünü rahatça kaldırabileceğini pek iyi biliyordur.” Ürkek ve deneyimsiz Morel, kudretli âşığından daha güçlüdür. “Sadece kendini vermeyi reddetmekle bile hep daha üstün konumda kalıyordur ve onu reddedebilmesi için de sevildiğini bilmesi belki de yeterliydi.” Balzac’ın Duchesse de Langeais’inin kişisel motifi evrenselleşmiştir.** Her Pazar akşamı New York’a dönen binlerce otomobilin her birinin kalitesi, içinde oturan kızın çekiciliğine denktir. – Toplumun nesnel çözülüşü, erotik dürtünün zayıflamasında da öznel ifadesini bulur: Kendini sürdüren monad’ları artık birbirine bağlayamamaktadır bu dürtü, sanki insanlık da fizikçilerin patlayan evren teorisini taklit ediyordur. Sevilenin buz gibi kayıtsızlığı – ki çoktandır kitle kültürünün adı konulmuş kurumlarından biridir- karşılığını âşığın “doymak bilmez arzusunda” bulur. Casanova bir kadını önyargısız olarak nitelediğinde, herhangi bir dinsel âdetin onu kendini teslim etmekten alıkoymadığını kastediyordu; bugünse önyargısız kadın, artık aşka inanmayan ve karşılığında daha çok alacağından emin olmaksızın herhangi bir ililşkiye gözü bağlı duygusal yatırımlar yapmayan kadın anlamına gelmektedir. Bütün bu hayhuyu başlattığı varsayılan cinsellik de eskiden yoksunluğun işgal ettiği alana girerek tıpkı onun gibi sanrıya dönüşmüştür. Yaşama düzenleri artık kendinin bilincinde olan hazza izin vermediği ve onun yerine fizyolojik işlevleri geçirdiği için, ketlenmemiş cinselliğin kendisi de cinsellikten arınmaktadır. 
Hayır, aslında kendilerinden geçmek istemiyorlar artık; tek istedikleri, zaten gereksiz bir gider olarak gördükleri bir harcamanın karşılığını almak.




* – “Artık aramayın, kalbimi”: Baudelaire’in “Causerie” (“Konuşma”) şiirinden.
** – Duchesse de Langeais, Balzac’ın aynı adı taşına romanının kadın kahramanı; işlevlilik, Langeais’de soğuklukla birleşmiştir.
Resim : Edvard Munch - Consolation

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...