19 Aralık 2015 Cumartesi

bu gözlerin büyük kentleri var
söz gelimi biraz yorgun
bir adam bir kadının kapısını vurduğu vakit
pencerelerinin önünde çiçekler açar
sabah sabah şarkılar söylenir
çatılar ısınır kahkahalar doldurur duvarları
geceler kısaldıkça yüzünde içine uzanan binlerce kilometre
o vakit yollar araç olur zaman amaçsız
kulaklarım duydukça
iştahsızlık gibi bir tat belirir ya dilinde
dilinden düşen şehrin tam orta yerinde
her şey bir unutkanlık olsa
paslı köprünün üzerinden haydarpaşa
trenler artık nasıl olsa gidemiyor diye hiçbir yere
topraklarım heyelan olmuş gidiyor
denizine karıştıkça coğrafyam daralıyor
oysa kavradığım şeyin adını bilmek demek yarınları yok sayar
kilitlendikçe kapılar ardım arkası koşmak geliyor içimden
başıboş bir kayık nasıl sürüklenirse sularda
neyi bıraksam aklımdan bir bir denize karışıyor
bir gün tutulursam kıyılarına bilirim ki o hayat olur
sen hep dersin bir şey ya vardır ya da yok arası olmaz
belirsizlik kadar hiçbir şeyden nefret etmedim şu hayatta
şimdi yarın dediğimiz de bundan ibaret

4 Aralık 2015 Cuma

           

                           


                                             the dark cylinders of half-smoked cigarettes
                                                          for me, i’m your sorrow
                                                          calling in your dreams
                                                       for me, i’m your shadow
                                                          howling in the streets




                                       

17 Kasım 2015 Salı

Kadınlar


Varlığını açıklamaya yetinemeyen ışık yontucuları gibi gölgesinden vazgeçemeyen gece vurguncularıdır kadınlar.
kiminin çekinik gen baskınlığında renkli bakarlar dünyaya..
kiminin haritalarını doldurur olağanüstü büyük anlam parçaları.. anlam boyutunda ne güzel perspektif yaratırlar.
güneşi turuncuyla sıvadığım vakit gecenin üstüne çekilen moru daha iyi duyumsayabiliyorum.
topuk seslerimiz kelimeleri birbirine çarpıştırıyor.
deniz gibi dalga dalga infilak ediyor yeryüzünde bazen,
uzandığım yollara dümdüz çerçeveler biçiyorum, tekrar ve tekrar içinden çıkmak için.
asimetrik şekiller gibiyiz seninle, ton değerindeki kontrastı oluşturan.
ve içimde kahvelerden bir deniz,
turuncu'nun mor'a çaldığı bir gökyüzüne bakıyor..

3 Kasım 2015 Salı

Pencere


Köklü bir değişim.
İşte insanın kendiyle olan derdini evrimleştirme çabası. Bütünüyle parçaladığımız düşünce, duygu ve hislerin bilinç altı bağ bozumu.
Yerine yeniden ekilen oluşlar. Varolan temel taşların nesnel ağırlığından çok niteliği bir kere daha ağır basıyor.
Kaç kere yenildiğimi hatırlamıyorum. Sürekli kazanmanın eksikliğinde ilerlemektense kaybetmenin bolluğu içinde yüzmüyor muyuz.
Fazlaca dökülmeden devam etmek adına parmak uçlarımızı köreltmiyor muyuz. Dokunuşun kimlik taşıdığı ceplerimiz ağırlaştıkça bedenimiz hafifleşiyor.
Kendini kendiyle korkutan bir bütündür insan.
Kaynağını nereden aldığını bilmeyen bir nehire dönüşsek içimizde beslediğimiz yaşam formlarının tedirginliğinde yatağımızdan saparız.
Saptığım her yolun kapısı başka odalara açılıyor aklımın içinde.
Kimi yerlerin zamansız kilitlerini zorluyorum harabe olmuş odalardan kaçmak için. Sonra içinde bulunduğum odanın pencerelerini farkediyorum, diğer kapıları kıskandırırcasına yönelmemi bekliyorlar. Kışa alışmış bir çift gözün güneşe kısılması tepkisinde zihnim.
Bak şu dakikadan sonra odaları unutuyorum. Gördüğümle algıladığım ışığın yansımasını çözmekle oyalanıyorum.
Neden akıl edemiyorum bazen, bilmiyorum aslında pencereyi açsam içeri oksijen dolacak ve ben duvarların odalarla barışık olduğunun farkına varıp soluklanmayı öğrenebileceğim.
Bir gün duvarların içinden çıkıp tüm algılarımı yerle bir eden pencereden süzülen ışığın gözlerimi rahatsız ettiğinin farkına varabildim.
Farklı bakabilmenin adımını takip eden ışığın delip geçtiği o yer pencerelerim, ve ardından içime dolan hava. Birbirini izleyen rüzgarlar, yağmurlar, sisler ve gün ışığı.
Şimdi pencereyi hep açık tutuyorum, önünde bir sandalye
Soluklanıyorum.

1 Kasım 2015 Pazar

Se la mia morte brami



Carlo Gesualdo'nun karısını öldürdükten sonra yazdığı beste..
ölüm üzerine nedensellik mi?
- aşk cinayeti!








21 Ekim 2015 Çarşamba


dünyanın bütün sabahlarına açılıyor balkonun kapısı. telaşsız çiseliyor yağmur, karalamasız beton bir zeminde toplanıyorlar. kulağımda sonbahar sesleri.
köşeleri seven kedileri var arka bahçenin, kırmızıdan sandalyesi.
sen eski paris mahallesinden geçiyorsun sabahları, akşam yine aynı yoldan elinde sigaran 
cumbalarına üflüyorsun evlerin, geniş omuzlarından.
evin kapısı açılıyor, bırakıyoruz dünyanın derdini sokakta.
nasılsa lambamız yanıyor biz yaşadıkça.

20 Ekim 2015 Salı

Ev



girişi rutubet kokan bir apartman. rutubet kokusunu hep sevmişimdir. sanırım anahtarlarla 
aram pek iyi değil neyse ki sokak lambaları var. iki odalı evin en güzel yerindeyim. 
dış kapısında mutsuzluk içeri giremez yazıyor mesela. zaman tutuşmuş. içeri girdiğimde
huzur kokuyor ev kokuyor sonra ben nasılsa sarhoş oluyorum.
sen oluyorum, uyku oluyorum, sabah oluyorum. parmak uçlarına değdikçe güçleniyorum.


3 Ekim 2015 Cumartesi

russian dance

                        


gökyüzü derinliklerinin görülmesini ister ve bunu şimşeklerle anımsatır.
tüm bağlamlar, orantılar ve köşelerden taşan hesapsız yazgılar bir yörüngede toplanmış dönmekteler.
bu gezegenin rengini sadece en içine ulaşmayı başaran görebilmiştir.
yörüngesine girdiği vakit dönüşüm başlamış ve yaşanması gereken tüm yıkıcı ve yapıcı sarsıntılarını yeryüzüne indirmiştir.
en derinde yer çekimi kaygısı olmaksızın ilk doğulan haliyle dans edilmiş odanın tüm renkli perdeleri sarmıştır etrafı gökyüzü hiç bu kadar net olmamıştır.
kendi eksenleri etrafında dönenler tek bir yörüngeye sahip olduklarını anladılar, biri uzaklaşsa diğeri kendine kapanıyor.
büyük bir çarpışma sonrası savrulsa topraklarına adımlasa zeminini cesurca, zaman çürütmeden bedenleri savrulsalar birbirlerine
ve dans sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir halkanın etrafında dönmeye devam ediyor.

Görme Bozukluğu

Düşünceler, sesler, görüntüler.

kendi düzensizliğimizi yarattığımız bir döngünün içinde merkezini belirsizlik olarak adlandırdığımız
bir zaman dilimindeyiz.
benimsediğimiz her bir gün, yarın olma şansını yitiriyor.
hayal kurmanın git gide bulanıklaştığı bir suyun içinde yüzmeyi öğrenmeye çalışan
kanatlılar gibiyiz.
eksiksiz bir güzellikten asla haz almadığım kadar, korkunç bir düzenin müptelası olmuş
insanlardan da haz almıyorum.
eksikliğini bildiğim ve dokunduğum her hayata dahil olabilme olasılığım kendi eksikliklerimi
sunabilme olasılığımla dengeleniyor.

ve değişim,
dipsiz bir kuyu gibi şimdilerde. zamanı geçmiş bir düşüşün ardından atılan taşlardan
yankılanan sesler kadar kayboluyor.
hala o kuyunun başında durup ses duymaya çalışmaktansa neden başını çevirip ileriye gözlerini
açmaya cesaret edemiyor insan?

insan kör olsa, kuyunun sesiyle kendini avutur mu?




30 Eylül 2015 Çarşamba

Körler Ülkesi

                   
buradaki deniz kenarında bekliyorum, bekliyorum ama yanaşmıyor vapurlar. martılar da uğramıyor bu sokaklara. yağmurlu havalarda son dakikasına koşardık vapurlara, şehrin kalabalığının yükünü vapur arkası çaylarla atardık, küller denizlere denizler yüzümüze..
en son ne zaman beraber binmişiz vapura hatırlayamıyorum.
ne zaman uyumuşsun omzumda o vapurda
zaman oyun mu oynuyor aklıma bir gemin olsa alıp götürsen buralardan beni Körler Ülkesine.
ne ben unutsam geçmişi ne de saçlarım ıslansa.

29 Eylül 2015 Salı

bulut mudur gam mıdır



                           


ayağını sürükledikçe ağırlaşan yollar gibi.
çok yük taşıyor bu bulutlar ve gök, gürültüsünden yoruluyor. akıtsa içini rahatlayacak sanki
yüküm yükün yükün yükümmüş, hüküm sokak kenarına süpürülmüş toz tanesi
silecek mi ayak izlerini.
sürüdükçe ayaklarını ağırlaşıyor yollar, dökse yükünü ıslatır penceremi.
iki insan bir noktaya bakar dururlar


27 Eylül 2015 Pazar



           

                         

Üstünüze yapışan ve siz değiştirmek için ne kadar uğraşırsanız uğraşın o algıyı aşamıyorsunuz
bırakın öyle bilsinler.

25 Eylül 2015 Cuma

Ne çok anlam yükleniyor sözcüklere aslında, aslını yaşatan manasını taşıyamayacak kadar ağırlaşıyor bazen. Ben hep tutkuyla karşıladım sözcükleri, içsel bir bağlılık de istersen, düşüncenin suretini şekillendirmiyor muyuz sözcüklerle,
Tüm bu sözcüklerin bağlı olduğu bir tutku varsa, kendimi neresine koymalıyım?
Kararsız bir sözcüğün üslupsuzluğu köprülerin halatlarını nasıl koparıyorsa, kararlı sözcüksüzlüğün bağlılığı bir o kadar sağlam olur.
Yani inanmak mühim mesele.
Ama önce o kararlılığa dokunmak lazım

18 Eylül 2015 Cuma

dışımdaki bahçe

Birbirini tamamlayan şeyler birbirine bölünüyor.
Kendime sormaktan kaçındığım birçok şey kafamın içini sarıp sarmalayan sarmaşık gibi büyüyor.
Bahçeler daralıyor.
Durmakta olduğum noktayı geri adımlarsam eğer dün ve yarın arasında bir yerde geleceği imha varsayımlarında bulunabilirim.
O yüzden kıpırdayamıyorum.
Arkamda bıraktığım güzel bahçeli bir enkazda yere düşen ilk beton parçası gibi hissediyorum.
Mevsim değişiklikleri, yolcuklar ve yağmurlar..
Bir su birikintisi bulup bitkiler çıkıyor üzerimde dışarıdaki bahçenin kokusunu alarak.
Eşiğe savrulmuş eşyalar var hala ve eşikten dışarı onların sözde dünyası.
Göğsümde çiçekler çıkıyor
Göğsümde çiçekler soluyor
Kendimde başbaşayım
Bahçenin dışında şiirler okunuyor
Dışında şehirler kuruluyor
Bombalıyorlar o şehirleri
Gece tüm sesleri harap ediyor
Ben bir beton parçası
Ufalasan ellerin toz olacak

11 Eylül 2015 Cuma


Ayrışacağım bir senfoni için bilinmedik birkaç nota arıyorum. Derin tenhalığımda, düşlerime
yataklık eden derin yatağından..
Tüm bu paralel yalnızlığın boşluğunda mesafeleri bir kenarı bırak,
Bir uzamın varlığını gerekli kılmanın gidişatında ruhumu ruhunla yaşatabilecek misin?

2 Eylül 2015 Çarşamba

Boş Çerçeve




birbirinin hem zıttı hem aynısı
hem kadın hem erkek olan,
aynı zamanda hiçbiri olmayan.
kendinden bilinen ve kendinin çok uzağında
darmadağın olmuş bir bütünün ayrışmayan parçaları
vadedilen çorak toprakların sürgün adresi
reddedişin radikal estetiği
kabuğunu soyup soyutluğunu koklamak adına
akreple yelkovan arasındaki evrenin birbirine geçişi
bilincin arka sahnesindeki realizm
hafızanın geçmişe riyakarlığı
bugünün düne bağnazlığı
ruhu ilmek ilmek işleyen gerçeküstücülük
sarsılmayan tutkunun üslupsuzluğu
yanılsamanın mutlak çizgisi
asimetrik varoluş hali
ellerin boyalara tutunuşu
düş'lenen tabloyu çerçeveden taşıran sonsuzluk
kalıplarını parçalayan zihin
çirkinleşmiş dünya bedeline ait kılınan ben'likler
dişillerin düş kapanı
sonluluğun başlangıcı olmayan bir bitiş muhakemesi
devrim arka bahçede oynanan bir oyun
tel örgüler eşliğinde komşuların pragmatizminde
fakat biz yine de hem içinde hem dışındayızdır sokağın
jargonunu bilmediğin bir dilde içi boşaltılmış şiirler çıkarıyor sağdaki fırın
dünyanın bütün sabahlarında gizlenen gün batımının
son dizesinde saklı kalmış adın.



               

                        

hangi sözcüğü nereye koysan ya fazla kalıyor ya eksik,
içimin kapıları yitirilmeye başlanan yüzlerce sözcükle dolu,
dolup dolup taşıyor, taşınıyoruz.

30 Ağustos 2015 Pazar

İki

Sentetik bilincin ruhu sarıp sarmaladığı katmanları soyuyorum. En içe inebilmek için, kendimde vazgeçebileceğin onca şeyin varlığını yoksayma zemininin üstünü çiziyorum.
Uzun bir çizelge üzerinde tüm yaşadıklarıma birer çentik atıyorum. Zamandan arda kalanı avuçlarımda saklayabileceğimi zannederken, aslında dünden kaybetmeyeceğini sandığın ne varsa kayboluyorum.
Kaybedilenler arasında kaybolmanın ağzımda bıraktığı o pas tadı, metal seslerinin birbirine sürtülmesindeki deliliğime davetiye çıkarıyor.
İçimde gezinmelerinin sarmal düzensizliği, bizi sarıp sarmalayan tüm o hislerin kendi içinde düğümlenmelerini izliyorum.
Tüm bunlara karşın yıktığım kalıpların dibindeki son kırıntılarımızı topluyorum, ölçülüp tartılacak bir madde olmadığımız gibi, varlığın sınırsızlığı içinde çıktığım gezintilerde yalnız başıma kalışlarımın sürdürülebilir içsel konuşmalara tanık oluşunu artık yadırgamıyorum.
Dışımızda dahil olduğumuz bu dünya düzeninin aramıza soktuğu mesafeleri şehirlerle ölçmenin yoksunluğunu çok uzun zaman sonra anlıyorsun.
Ruhunun ilmek ilmek işlendiği yarınların, zamansızlığımla birlikte çizdiğimiz o sınırsızlık tablosunu aklının en ince yerine asabiliyorsun.
Özgürleşmenin, ruhunun en sıkıntılı sokaklarından yürüdüğünün üzerinden gerçekleşebileceğini artık daha iyi biliyorsun.
Tüketilen ne varsa duyduğumuz, gördüğümüz ve tattığımız.. ancak hissedilenle üretilebileceğini duyumsuyorsun.
Varlığın tüm varoluşsal sancılarının sadece kafamızın içinde bir sahne kurduğunu, ona yön verebileceğimiz bir mekanizma tarafından üretildiğini deneyimliyorsun.
Düşüncenin tüm ikilemlerini besleyen belirsizliğin, kimi zaman kesinlikten daha iyi iz bıraktığını gelecekte görebiliyorsun.
Ve belki de en çarpıcısı, sahip olduğumuz tüm duyguların zaman, koşul ve kendimize rağmen yokedilemeyişini yaşıyorsun.




Resim : Brendan Monroe - Two

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Dokunduğun her zemine parmak uçlarını bırakmamalısın, sen uyuyorken parmaklarını tutuyordum mesela. soğuk bir yaz akşamı salondaki yüzümde kaldı parmak uçların,
ve her nasılsa eylül geliyor birdenbire, hüznüm turuncuya çalıyor sonra saçlarım bulaşıyor ağaçlara dökülüyoruz birer birer.
tek başıma beceremediğim şeylerdendir nevresim değiştirmek, örtünün diğer ucunda  varlığını bilmek gibi birşey bu.
ses tonunda söylemekten çekindiğin bir şeyler var, adımın en güzel halleri mesela,
sen bağırınca gecenin tüm pencereleri kapanır cevapsız sorulara, ben sokağa dökülür saatin bile kendinden haberi olmadan.
hem kırılırsam en çok yüzüm kırılır,
bilme isterim.
sana gelmek zilini bilmediğim bir evin kapısını çalmak gibi .
hem benim de artık bir adım yok nasıl olsa


                       


Jovano, Jovanke
Kraj Vardarot sediš, mori,
belo platno beliš,
se´ nagore gledaš, dušo,
srdce moe Jovano

Jovano, Jovanke
Ja se tebe čekam, mori,
doma da si dojdeš
a ty ne dovagljaš, dušo,
srdce moe, Jovano

Jovano, Jovanke
Tvojata majka, mori,
tebe ne te pušta,
pri mene da dojdeš, dušo,
srdce moe, Jovano

24 Ağustos 2015 Pazartesi

             

                         



duyulmayan kadar çoğalıyor içim, duyulsa
bir memleket türküsü gibi geceyi küstürür.

23 Ağustos 2015 Pazar

Haz Biçimi Olarak Kapitalizm


Erilliğin dişillik üzerinden haz bulması üzerine

Kelimelerin ilk anlamları insanların bilinç altında oluşturulmuş ve baskılanmış olan bir kavrayıştan doğar. Günümüz insanından seçmeler sunacaksak eger sabit bir aklın haz denince akla getirilen ilk çağrışımının cinsel bir doyumla bağlantılı olduğu gerçeğidir.
Oysa haz duygusu ulaşılan başarı, kazanılan ödül, yenilen yemek ve bilimum ince zevklerin doyumuna ulaşma sonucunda ortaya çıkabilir. Haz, çok yönlü hissedilebilen bir olgudur.
Doğruluğu yada yanlışlığı kişiler tarafından tartışmaya açık bu konunun vardığı noktadaki gerçekliği düşünce ayrımlarını birbirine bağlar. Ne de olsa biz insanlar bir noktaya varmak için dilediğimiz yolu kullanmakta serbestiz.
Bir motive unsuru olarak dişil kişiliğin kullanılması üzerine düşüncelerden bahsedeceğim, bunun biliç altında yatan eril kişiliğin haz duygusuyla ilgili örneğim sizi yanıltmayacak.
En basitinden bir basketbol müsabakasına gidelim, bir çoğumuz sevdiğimiz yıldızın yapacağı sayılara odaklanmışızdır, bir çoğumuz bu işe para döküp bahislere girmişizdir yada bir çoğumuz sosyal bir aktiviteye katılmak için oradayızdır. Bakın herkesin farklı amaçları doğrultusunda aldığı hazlar da farklıdır. Bu koca kitlenin farklı amaçlarına araç olan dişil kişilerimiz verilen aralarda çıkar ortaya, ponpon kızlar olarak tabir edilen belli bir fiziksel statü ve toplumun onlara yüklediği güzellik kriterinin üstünde seçilmiş bu kadınlar orada bulunan kitlenin bütününe hitap eder.
Kısa aralıklarla motivasyonun belli bir seviyede tutulma amacına araç olarak kullanılırlar. Kendilerini izletip estetik unsurlar taşıyan danslarıyla topluluğa sunulurlar.
Sakın bir performans sanatıyla karıştırılmasın bu kadınların dans aktivitesi, bale gösterisinde değilizdir çünkü danstan alınan hazzın belli bir kitleye hitap etmesiyle aynı kulvarda olmadığını ayırt edebilecek düzeydeyiz.
Kitleye hitap eden dişillikleri üzerinden hazzın aracı olurlar.
En çarpıcı örneğini yakın zamanda bir haber kanalı üzerinden eriştiğim uygulamadan da bahsetmek istiyorum ve haber başlığını alıntılıyorum :
"Çin'de Kadınlar Bilgisayar Programcılarını Motive Etmek Amacıyla Kiralandı"
Programcıların çoğunluğunun erkek çalışan üzerinden, fazla mesai saatleri içerisinde çalıştırılıyor olduğunu , sosyal hayatlarının kısıtlandığı, belki de daha karşı cinsle iletişim yollarını kuramayan bireyler olduğunu düşünürsek bu işleri daha acınası hale sokmuyor mu?
 Eril kişi, dişil kişi üzerinden biliç altına gönderilen önemsenmiş olma duygusunun ilgiyle birleşiminde kendi ben'lik eksikliğinin tatmin edici duygusunun hazzını yaşayacaktır.
Bu da daha fazla motivasyon ve sistemin sorgulayıcı yanının biraz daha manipüle edilmesiyle iş verenin rahat bir nefes almasını kolaylaştıracaktır.
Üzgünüm eriller aldığınız hazzın üstünde duyulan çok daha bir büyük haz var.
Buradaki en çarpıcı örneği de kapitalizmdir.



19 Ağustos 2015 Çarşamba

Rıhtımsız Şehir


Bir akşamüstü takılmak bir martının kanadına
Taşır mı, taşırmışlar beni şehirler
Bir bankta konaklamak akşamüstüleri
Kıyısına yanaşmayan vapurları bekler gibi
Bilinmez ki açık denizlerin rıhtımları
Bak yine üstüm başım akdeniz
Hangi cebime koysan anıları kum olup akıyor ayaklarıma
Sen bu şehrin deniz gören bir otel odası
Bir akşamüstü uğurlaması





18 Ağustos 2015 Salı

Pencere Önü Çiçeği

                 

                      


Lisanıma mizacımı yakıştıramayanlar vardı bir zamanlar, ben de mahallelerinden
birer şarkı armağan ettim.
Penceren açık olursa eğer ziline basmadan aşağıdan sesleneceğim.
elimde bir nergis buketi, pencere önüne dikeceğim.
Hemen telaş etme
vakitsiz bir ayrılık haberidir adım,
belki çok kalmadan döneceğim.

15 Ağustos 2015 Cumartesi



                        



everyone has their obsession
consuming thoughts
consuming time
they hold high their prized possession
it defines the meaning of their life





14 Ağustos 2015 Cuma

           

                       



Yaşamak istediğim yerin uzağında,
hiçliğimle

hiçbir şey gelmiyor içimden.

13 Ağustos 2015 Perşembe

Hamlet

“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.

W. Shakespeare / Hamlet”


12 Ağustos 2015 Çarşamba

11 Ağustos 2015 Salı

bir tutkunun önsözü







maddem değişir, ruhum dönüşür

İnancımı kazanmak için, inancımı kaybetmişim. inanmak dokunmak gibi hissedebildiğimde varoluşuna kalktı tüm kadehler.
İçimde şaraplardan bir deniz biraz dağınığız ama temiz.
bir vapura binmişim sorgusuz sualsiz adımlıyorum kıyılarını, içim kadar yaşıyorum an'ı, küllerimden doğuyorum. en güzel özgürlük huzurdan alıyor uykusunu, geceye şarkılar söyleyebiliyorum.
akdenizden kadıköye uzanan bir öykü bu, artık biz senaryoyu ezberden değil, hicazdan yaşıyoruz.
bak bundan sonrası sözcüksüzlüğün en güzel yanı.
sen yine de biriktir ceplerinde tüm özlemleri.
önümde kendiliğinden şekilleniyor yarınlar sınırsızlığa demliyorum zamanı, elbet geçiririz bir gün.



                      



Then give me another word for it
You who are so good with words
And at keeping things vague
Because i need some of that vagueness now
It's all come back too clearly
Yes i loved you dearly
And if you're offering me diamonds and rust
I've already paid

10 Ağustos 2015 Pazartesi

                                                          J.

Zamanın bütün köşelerini tutuyorum, 
üzerine sarı ışıklar giymiş bir sokağa pencereden bakıyorsun,
ben de pencerenin diğer ucundan sana.
Aynı pencereden özlüyorum seni,
ellerim sesine karışıyor.
Hem, adımın en güzel ses tonuydu belki de sesin..
biraz belirsiz, biraz kararlı.

7 Ağustos 2015 Cuma

Joseph



                         


Yağmurlu bir Kadıköy akşamı başlamış bu hikaye, yeraltına alınan 2 biletle devam etmiş. 5 pencereli odanın perdelerini birlikte çekmişiz. Kadıköy'den dünyayaya giden bir tramvayın içine binmişiz.
çok şehir geçmişiz, çok deniz. upuzun saçlarımızı kestirmişiz, alfabeleri utandırmış kelimeleri notalardan yazmışız. kırmışız, dökmüşüz, dağıtmışız herşeyi. ama parmak uçlarımızla iyileştirmişiz birbirimizi. Kadıköy'ü şehir yapmışız, loş abajur altında kurgulamışız herşeyi.
uzandık hayatlarımızın kıyısına, kulaklarımızda notalar. 12 mevsim geçmiş üstümüzden
kış gibi sert yaz gibi sıcak olmuşuz.
Bir ev var şimdi, duvar kağıtlarını seçemediğim, kapısından el ele girmediğim..
sanırım bu kadarını taşıyamıyorum artık, göğüskafesime sığmıyor seni sevmeler.

biz hep baharlarda çiçek açmışız senle rakı sofralarında,
yine mi çiçek?
tam 3 yılı bitirmişiz bugün.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

2 Ağustos 2015 Pazar

mayday

         

                           


Kendimi ortadan ikiye bölüyorum, bir tarafım o çok beğendikleri gülümsemeyi takınıyor dudaklarına, ne istediğimi biliyorum onlarca. evet beni böyle görmek istiyorlar, yoruluyorum.
diğer tarafıma kimseyi bulaştırmıyorum. tuzların üstüne yakınayak yürüyorum, pişiriyor içimi ve her çıktığım yolculuk zirvesinde ne oldugundan habersiz tırmandırıyor beni varoluşuna.
tüm bu yokuşların merdivenlerini kendi kafamda yaratıyor, tepeye yaklaşıp kendimle karşılaştığımda bir kez daha bırakıyorum kendimi aşağı.
öldürüyorum, doğuyorum, doğuruyorum, tutkum tırmanıyor, uykuna sarılıyorum, huzur buluyorum.
bir an o sessizlikte kimsenin haberi yokken tekrar atlıyorum aşağı.
kaç parçaya bölündüğümü bilmiyorum, tüm sorumlulukları alıyorum yerden yapıştırıyorum kendime.
sonra biraz saçlarım uzuyor kesiyorum tüm sorumlulukları.
senin bu atomlarınla atomlarım birbirine kenetli ya hani, birlikte bir hastalık yetiştirip yeniden iyileştirmişiz ya onu. kimse bildiğini görmeden tüm çemberlerin dışına itmişiz çevremizdekileri. kimseye zararımız dokunsun istememişiz.
atomlarım atomlarını çok sevmiş.
çıkışlarım inişlerini,
parmaklarım parmak uçlarını
ayaklarım zeminini
zihnim yüzeyini
kafamın içindeki çarkların içinden geçiyor tüm duyuların belirsizliğin kokusunu alıp, zamanın tadına bakıyorum ve tüm bunları seni tekrar doğururken düşünüyorum.
ben bir şehirdeyim şimdi, her şehre aynı mesafeli gibi yine algılarımı altüst eden bir yanıltması var bu duvarların, başa mı dönüyorum bu sefer tek başıma. kendi sesimin yankısından başka duyabildiğim o uzak topraklarda.


1 Ağustos 2015 Cumartesi

mıknatıssız pusula


ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
adlı bir cengaver olarak telefon ediyorum.
hakiki cinayetler işleniyor görüyorum.
isa görüyor, şeyhim görüyor, ben görüyorum.
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.


yüzyıl şilisinden bir dazz javulcusu inliyor tam arlarımda
hiç durmadan kentlimağlup kıyasıya mağrur ve mor
bir çocuğum şimdi pişman olmak için
birbiriylebağlantılıyüzbinlerceyılım vor.

seni sevmem
bu savaşı
kesintiye uğratmaz
ama ordan bakma!
bu, werther’in
leş kanını
gül kılar.

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.
gideceğim ensk ökümde devlet denen şirk,
beb gözüğümde kent gördükçe kırılan gıçlar,
ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
bu çağın açısını dik tutacaklar.

bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
ufka bir kesin ordum akıverecek
elimde çözülecek makina ve cinayet
marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.

inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
memleket sana rağmen ket vururken yarama
şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
-ve emir “kun” diyor; doğuruluyorum-
“bu ülke”den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
ellerini tutarım ki kudurtucudur.
bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.

ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm
birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!

ah laikse aşkımız biter elbet bir kışbaharyaz günü
gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
üç içbükey komodin silah çeker vurulur
sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.

ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.
nasıl çekip gitmiş bir şaman
çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
benim gibi sonsuz bir at
hiç koşmuyorken de attır.

biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

mıknatıssız bir pusula olarak

Ah Muhsin Ünlü



31 Temmuz 2015 Cuma

Endişe Nehri Geçiyor

Sabit  ve  Sübüt

~ Durmak fiziksel varlık için bir eylem değildir. Belirli bir noktada zeminin üzerinde duran insan, fizyolojik olarak kanıtlanabilecek girift bir işlem gerçekleştirmek anlamında bir eylemde bulunur.
Zeminle ilişkisi bu anlamda gerçektir, her ne kadar bu zemin üzerinde duranın gerçek bir ilişki kuramadığı dünya  bedeninin yüzeyinden ibaret olsa da. Ne duran kişi bu beden için oradadır,
ne de bu beden duran kişi için.

~ Zeminin üzerinde durmanın bir eylem, hatta bir çaba olduğu, bu işi başaran organizmanın yorulabilmesinden ve bunun yaratacağı sonuçlardan da anlaşılır. Bu organizma sadece durağanlık ilkesinin gereğini yerine getirmiyordur. Yerçekimi tarafından sabitleniyor da değildir, çünkü tam da bu yerçekimi, onun  dengesinin kırılganlığına karşı sürekli olarak denge bulma hareketleri yapmaya zorlar. Bu düzeltme işlemi engellenecek olursa, duran kişi devrilir ve yerdeki taşın "durumuna" gelir.

~ Durmak devrilmek değildir. Durmak, asgari düzeyde uyanık bir dikkat gerektirir; sınırsız bir kendini salmanın (ki bu nitelendirme rastlantısal değildir) hafifmeşrepliğine de, kendini yılgınlığa kaptırmaya da izin vermez.
Elbette kişinin düştüğü zemin, daha önce durmuş olduğu zemindir. İnsanın düştüğü zemin, yalnızca durduğu zemin olabilir. Çünkü yalnızca tek bir zemin vardır  -sadece tarımda, farklı niteliklerine ve yatkınlıklarına bakarak, bu zeminden topraklar diye söz edilir;

gezegenin sahip olduğu ve bağışladığı yalnızca tek bir toprak vardır.

28 Temmuz 2015 Salı


Sanki uzun bir süre önce kaza yapıp bugüne dek uyuşturulmuş gibi hissediyorum. Çarpma an'ımda güneyde kışın tam ortasındayken uyandığımda  yeldeğirmeninde yazın ortasına düşmüş gibiydim.
Mahalle değişmiş, evler değişmiş.. gözlerimi açtığımda tanıdık gelen bir sen vardın, içine dışına kadar bildiğim sen.. tüm tuhaflıklara rağmen sen. uyumadan önce sarıldığım yine sen.
eski ev gibi oda salon, ikimizi içine alan mutfak, zaman geçmiş  sen güzel bir yemek bile öğrenmişsin ben yine yemek yapışına bayılıyorum. çamaşırları sen topla ben ütülerim, bilirim belirsizlik kadar bir de ütü yapmayı sevmezsin. ütü masamız bile değişmemiş tüm yatak üstü ütülü gömleklerine hayranım içten içe..
sen perdelerden koruyorsun yine beni, biz ademle havvayı kıskandırıyoruz. gözlerim gözlerine kısılıyor.
dünyanın en güzel biralarını yeldeğirmenine dönerken alıyoruz,sonrası şarkılar geceden sabaha uzanan dertlerinden çatlayacak bir gün o pencereler kadar pervazları da küllüklerin kahrını çekiyor.
her şeyi bırak da saat altı buçuktan sonra ben yine pencere kenarında yollara düşüyor gözlerim, sonra bir bakıyorum sen geliyorsun gözlerin pencerede, o zaman koşuyorum kapıya sanki hiçbir şey olmamış gibi, çocuk gibi sevinçli.

İnsanın ruhunu sarıp sarmalayan şeyler hiçbir zaman uzağımızda olmaz. nereye gitsek ya o bizim peşimizdedir ya da biz onu bilmeden bile takip ederiz.
saçlarıma ördüğüm bir adamın ne yakınında ne peşindeyim, ben yalnızca onun içinde olabilirim onun da benim içimde olduğu gibi.


27 Temmuz 2015 Pazartesi

Endişe Nehri Geçiyor

                       
                                                                   Hans Blumenberg

                                                               



     Anlamsızlık Şüphesi

"Bir durumun anlamsızlık olarak nitelendirilmesi, anlam kaybını o durumun ortaya çıkış gerekçesi olarak sunmayı gerektirir; kaybolabildiğine göre, bir zaman var olan bir şeyden söz edildiği, yani ütopik bir şikayette bulunulmadığı iması bu sunumun içinde gizlidir. Ancak anlam kaybına denk düşen, olumlu bir karşı hareketin adını koymakta daima güçlük yaşanmıştır. Nispeten yeni sayılabilecek "anlam üretimi" daha ziyade ironik bir sözcüktür ve belirli bir kibri ele verir. Sözümona kaybolmuş şeyin, günün birinde bulunacağı yanılsamasını yaratacak bir isim bile yoktur ortada."


" 'Anlam' unsuruyla oluşturulan ifadelerin imlediği şeyin, ancak noksanlıklarının adlandırılmasıyla anlaşılacağı düşünülür; sanki bundan daha anlaşılabilir bir şey olmazmış gibi. 'Anlam' ifadesi üzerinden yürütülen suçlayıcı kullanımın sorumluluğu sorgulandığında, ne büyük bir sıkıntı çıkar ortaya. 'Anlam' sözcüğünü kullanırken ne demek istediğimizi bilmiyoruz itirafı, şimdiden korkusuzluk gerektiren bir ifade gibi görünüyor. Ve şimdi burada da bir tersine çevirme tekniği var: Tam da bu sıkıntı, anlam sunumuna, anlam isteğinin tatminine, anlam kayıplarının giderilmesine, anlam kazandırılmaya yönelik küstah talebin retorik ifadesi olabilmektedir."


"Dünyanın anlamsız olduğunu hissetmek, doğru bir biçimde değişen belirtilere ve koşullara, değerler sorununun halledilmesine, yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına bağlı olarak, dünyaya sonunda anlam kazandırılabileceğini söylemek değildir."


"En iyi ihtimalle metafor üzerinden kavranabilir bu: Stoacıların dünyası da yanarak tükenir (Ekpyrosis), ancak tıpkı mitolojideki Anka kuşu misali küllerinden tekrar doğmak üzere. Sadece dünyayı ayakta tutan gücün yenilenmeye ihtiyacı vardır, evren ise değişime ihtiyaç duymaz.Bu düşünce ancak düşlenebilir, tutarlı bir biçimde düşünülemez."


" 'Dünyada ve hayatta anlamsızlık hissedildiğini' beyan etmek, betimleyici bir ifade değildir. Bu ifade bir yüzleştirme aracıdır. Anlamsızlık şüphesi, kaderi cevaplanamazlık olan bir soruya bağlandığı sürece çaresizlik üretir; ve yüzleşmelerde, ötekinin çaresizliğinden daha yararlı bir şey yoktur."


25 Temmuz 2015 Cumartesi

                 

                     
29.06.2015

İki odalı evin en güzel yerindeyim. Göğsümün tam ortasına oturtuyor ağırlığını, geceden midir bilinmez bu sessizlik içimde çarpa çarpa çığlıklara dönüşüyor.
Pencere kenarına topluyorum tüm  sokağı, önümde belki yeşerir dediğimiz bir ağaç.
İçimde kapalı kaldığın yerden vuruyorsun, yerle bir oluyor adım. Adımı hiç bilmediğim bir alfabeden söylüyorsun, bazen ben bile bana yabancılaşırken beni bana çağıran bir sesin var.
Şimdi bir yangın yerinden uykusuzluklar beğeniyoruz. Avuçiçlerim yanıyor, gözlerime sürüyorum.
Zamanın tüm köşelerinde bir pencere açıp tadını alamadığım sigaralar yakıp söndürüyoruz.
Kelimelerin boşlukta asılı kaldığı bir ev burası. Şarkıların söylendiği, zorunda kalmadıkça cümlelerin dökülmediği bir ev.
İçinde küçük mutfaklara alışkın yemekler pişiyor, beklentilerin üstünün çizildiği zeminler var.
Bizse dengede kalmaya çalışıyoruz.
İçinin duvarlarına yaslıyorum sırtımı, öyle sessizce oturuyorum.
Sen yeryüzüne daha sert bastıkça ben uçmayı tercih ediyorum. Tüm naif duyguları yanıma alıp seninle uçuyorum.
zeminine konduğum vakit çürümeye başlıyorum, tüm tohumlarımla topraklarına karışıyorum.

23 Temmuz 2015 Perşembe



                        
Bilinç, benliğin alt katmanlarına işleyen bir paradokstan ileri gidemedi.
Başlangıç ve sonun bilinmediği bu yolculuk, yazarı bilinmeyen bir şiirden alıntı yapmaya benziyor. Bu kayıp zaman dilimini sonlu sonsuzluğun neresine iliştireceğim hakkında fikir sahipsizlerinden de yararlanmayacağımı belirtmeliyim.
Hafızanın en tenha sokaklarında bıraktığım an'ların terkedilmiş yanılgısıyla yüzleşmek, bir camın kırılganlığını ateşle eritildiği en salt gerçekliğine, başlangıcına döndürüyor.
Kendinin tekrarından ayrılan bu dönemeç, başlangıcın bilincinde ilerlemenin hatırlattığı yollarda karşılaşacağın mutlak değer'in hiç'leştirildiğini, fetişleşen tüm yargıları.. Unutma!
Fraktal geçirgenliği olduğunu sandığın algılardan sıyrılmak, kendine kendin kadar sadakatsiz ben'liğine ket vuracak, sanrılarının yaptırımlarını azaltacaktır.
Kendini bil ve ruhunu aşağılamaktan kaçınma.
Kurut ki sığ sularını, derinliklerinde yaşa.
Sentetik bilincin savaş kumpasında vurulmaktan korkma.
Bil ki seni öldüren yeniden doğurmaya mahkumdur.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

16 Temmuz 2015 Perşembe

Kaynağını bilmediğin bir nehirim çölün ortasında
Senin ellerin imlalara takılmış, gecenin en orta yerinde su bekliyorsun
Kana kana içmek geceyi sona erdirmeye yetmiyor
Sabah kalkıp yine o çölün ortasında yola koyuluyorsun

Sabahlardan akşama uzanan bir köprü
Saatin doluyor,
Oturmuşum pencere kenarında
Sen eve geliyorsun.

Bir kadın bağırıyor mahallenin tam ortasında
Yıllar öncesinde ah'larına. 
Pencereden sarkıyoruz, 
Bana mahalleyi anlatıyorsun
Sarkaç gibi hayatın tam ortasında

Biz seninle bir şehrin aynı gecesinde ayrı ayrı dağılıyoruz
Bir telefon sesi geliyor
Kesintili diyaloglar
- - -
Susuyoruz.

Hep geceleri susuyoruz, senin içine düşen ateş
Benim saçlarımda yangın yeri
Gecenin en orta yerinde su bekliyorsun
Kana kana içiyoruz

Duraklarını saymadığım o şehri 
Geride bıraktığım evleri 
Bir de cumbasına iç geçirdiğim çatılarıyla
Kadıköy'e koyduğum yüzün

Fikrimin en ince düşüncesine
Zamanımın en güzel köşelerinde tutuyorum
Sonra gülümsüyorum
Biliyorum ki gülümsemem en çok sol yanağına yakışır.



9 Temmuz 2015 Perşembe

Evler var, yorganını yaksan bacası tutuşmaz; 
evler var, kilit vursan yangını sönmez.
 Minima Moralia
18. Fragman ~ Evsizlere Sığınak

Özel yaşamın düştüğü durumu, sahnesine bakarak anlayabiliriz. Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkansızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evler çekilmezleşmiştir.  Orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün, en küçük sığınma duygusuna bile aile çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır. Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modern, işlevsel konutlarsa, uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, yada yolunu şaşırarak tüketim alanına girmiş fabrika tesisleri - zaten sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemine taban tabana zıttır bunlar. Modern insan tıpkı hayvanlar gibi yerde uyumak istiyor, demişti bir Alman dergisi, Hitler'den önce, kahince bir  mazohizmle: Yatakla birlikte, düşle uyanıklık arasındaki eşiği de ortadan kaldırıyor. Uykusuzlar her an göreve çağrılabilirler, her şeye hazır ve dirençsizdirler, aynı anda hem dikkatli hem bilinçsiz. Sahici ama satın alınmış bir eski konakta sığınak arayan kişi kendini diri diri mumyalamış olur. Bir otel ya da pansiyona taşınarak kendi ikametgahımızın sorumluluğundan kaçma çabası da mülteciliğin dışardan dayatılmış koşullarının bilgece bir seçim olarak görünmesini sağlar. En ağır darbeyi yiyenlerse, her yerde olduğu gibi seçme imkanına sahip olmayanlardır. Kentin çöküntü bölgelerinde değilse bile, yarın yerini kümeslere, arabalara, vagonlara, kamplara ya da düpedüz açık havaya bırakabilecek kulübelerde yaşamaktadırlar.  Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesiyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda imfaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık. Gerçekleştirilme fırsatı bir kez kaçırıldıktan sonra sadece burjuva yaşamının köklerini çürütmekle kalan sosyalist toplum da sahici bir barına imkanını yok etmektedir. Bu sürece hiç kimse direnemez. Kişi, dar anlamıyla zanaate ne kadar karşı olursa olsun, mobilya tasarımı ve iç dekorasyona ilgi duymaya başladığı anda bir kitap koleksiyoncusunun o fazla süslü zevklerini de benimsemeye başladığını fark eder. Belli bir uzaklıktan bakıldığında, Viyana Atölyeleri ile Bauhaus arasındaki fark o kadar büyük değildir. Saf işlevsel çizgiler, işlev ve amaçlarından kurtularak, Kübizmin temel yapıları kadar süslemeci olmaya başlamışlardır bugün. Bütün bunların karşısında, bağlanmamış, askıda bırakılan bir tavır hala en doğru davranış biçimi olarak görünmektedir. Toplumsal düzenle kendi ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hala toplumsal bir dayanağı ve bireysel bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılmamak. "Ev sahibi olmamam, iyi talihimin  bir parçası bile sayılabilir", diyordu Nietzsche Şen Bilim'de. Bugün eklememiz gerekir: Kendi evimizi  ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu gösterir bu - hala herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telaffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Sokak lambasının vurduğu bir odada uykuna sarılıp uyumak var mesela.
yokuş yukarı tırmanılan bir semtten bir vapur uzaklığında martı sesleriyle uyanmak mesela,
balkonsuz pencerenin ağaç yapraklarına uzanan mevsimindeyiz, hala taze geliyor sesin kulaklarıma.
Öyle ki zıtlık senfonisidir bu,
senin akordların benim nüansımda.

2 Temmuz 2015 Perşembe

30 Haziran 2015 Salı

Bu kaçıncı zaman
eğilip bükülebildiği kadar oynamalı bu hisleri, histerik bir kriz de değil ki oysa
üstünde yürünemedikten sonra bu yolların ıslaklığı kadar bile yağamıyorum topraklarına. kurumuş dallara renk bağlamak da alışkanlığım değildir ki benim.
ah kurumuş küçük ağaç..
seni olduğun gibi kupkuru sevebilmek kadar güzeli yok.

29 Haziran 2015 Pazartesi

When I am laid in earth

             

                    





When I am laid, am laid in earth, May my wrongs create
No trouble, no trouble in thy breast;
Remember me, but ah! forget my fate,
Remember me, remember me, but ah! forget my fate.








25 Haziran 2015 Perşembe

Dip Ve Derin





“Dip” her zaman derinde olmadığı gibi

               –sığ suların da dibi vardır çünkü–

derinde olanlarının da derinliği ona yüz sürenin konumuna bakar.

 – Derin sularda yaşayan canlılar da vardır ve onlar için derinlik yüzeyin kendidir.



Barış Acar, Procrustes’in Yatağı, Monokl / Estetik Dizisi






















Michael Vincent Manalo- - The Many Faces Of A Heartbeat, 2013


24 Haziran 2015 Çarşamba

18 Haziran 2015 Perşembe


bir gece lambası bestesi bu
odada alkol kurusu, yağmur kokusu
suskunluğun eşlik ettiği bir sabaha
bu pencereler ne sana ne bana düşman
fakat tahammülü yok fırtınanın
seni beni darmadağın etmeye meyil etmiş, savuruyor
uzağına bağladığım tüm hayaller çözülüyor
sokaklarını bilmediğim bir yerdeyim
denize dökülen yollar yok burada mesela
bu öyle bir hava ki kapı dışarı adım atsam 
sağanağına tutuluyor saçlarım
haziranın ortasında üşütüyor bizi
biliyorum ki bana dargın bir semt var
adım atsam vapurlar hırçın
son sefer de iptal oluyor



17 Haziran 2015 Çarşamba



'köprüden geçerken denize bakıyorum:
asfalt gibi, simsiyah. köprünün her yerinden asfalta bırakıyorum kendimi.
binlerce kere.
taksi ilerledikçe, arka kapıdan akın akın aşağıya atlayıp
asfalta çakılıyorum. 
binlerce kişinin aynı anda köprüden atladığını düşün
ve şimdi hepsinin ben olduğumu düşün.'


15 Haziran 2015 Pazartesi





küçük bir fanusun penceresinden bakıyorum şehre
bir ismim olmalı benim
boğazı tek başıma geçebilecek miyim?
hem daha vapurları görmeden
kadıköyü çok özledim.

4 Haziran 2015 Perşembe

                 


 Senin sessizliğin gürültülü'.
Küçücük odanın içinde kaybolduğunu görüyorum. Sırf ağrılardan kaçabilmek için kapıları kapatıyorsun. Belkide haklısın ama, en acısı ne biliyor musun;
dönmeye çalışırken yüzünde oluşan ifadeler.. ve üzüntü bir hastalık gibi duruyor yüzünde.
Anlamlı kavgaları olmalı insanın.
Savaşmayı ve sevmeyi sürdür, sürdürmeyi sürdür.
Bu gönül benim anlamadığım bir lisan. Dilim sürçüyor.
Hüznümün üzerine ağırlık koymam lazım. Değil mi ama? Yani vakitsiz bir gözyaşı olmasın diye, muhtelif duygularımıza kas yapıyoruz.



2 Haziran 2015 Salı

                      





zamanın bütün köşelerini tutuyorum
biraz ağrılı, ağırlığınca yavaş
baksana! sana da duyuluyor mu
orta dereceli hayallerin orta yerinden
denize dökülen sokakların martı sesleri
bütün yalnızlık ve üşenmişlikleriyle
bir kaç eşya dolusu dar odaların duvarları
nezaketen açık renkli boyanmış duvarları
muğlak gecelerin sabahlarına
asılmış o tabloyu üstünde taşıyor
kurşun bir kalemle yazılmış
belli belirsiz bir tarihin
duvarları çöküyor
ve sen balkona çıkıp
bir sigara daha yakıyorsun
en güzel yerinde evin

1 Haziran 2015 Pazartesi

Ben'ci Bilincin Perde Arkası


Normatif bilinçlerin benlikleri üzerinden kurulan ilişki diyalogları, eksiklikler üzerine kurulmuş yıkılmaya müsait bir yaşam belirtisi sergiler.
Yaşam belirtisinden bahsedecek olursak, bu normatif bilinçler her an öleceklermiş gibi davranıp başkalarından yaşam ünitesi desteği sağlamaya çalışırken, kendi hayatlarından küçük bir zaman zarfı içerisinde nefes almaya çalışırlar. Ben’ci hareketlerinin arkasında yatan pek çok neden vardır. Bunların en güçlüsü ‘ben’ bilincine ulaşmak adına karşısındaki insanın tüm yaşamsal aktivitelerine dahil olup, en ufak bir üretim frekansını yakaladığı takdirde konuçlanma sürecini de başlatmış olurlar. Kendi eksiklikleri üzerinden bir başkasından varolma çabaları aslında sömürünün en şık kılıfı altına gizlenmiştir.


Sınırlarını ihlal ettikleri her yaşamdan nemalanmak kendi dönüşümlerine dair bir ritüel haline gelmiştir.
Kendi başlarına birey olmanın fikri ne kadar çekici gelirse gelsin, kendilerini sürdürebilmek adına bir başkasının benliğini emmekten çekinmezler.
Nefes almak adına yarattıkları küçük zaman diliminin süresi dolmaya yakın karşı bilincin uyanmasına izin vermeden rutine indirgenmiş ritüellerinin sergilenmesi de kaçınılmazdır.

Kurdukları bu düzen içinde egemenliğin en yüksek basamaklarından bir süre sonra düşüşe geçeceklerinden habersiz ritüellerinin kaçınılmaz devir daimleriyle kendi fanuslarını geliştirmeye devam ederler.
Her gelişime açık oluşum, gelişmeye başladıktan itibaren sonlanmaya mahkumdur.
Bu, tüketim toplumu bireyinin aktivize durumunun pasivize duruma geçişine kadar geçen sürede varoluşlarını tamamlama evresi öyküsünün sonucudur.

Birey bundan sonra adını ‘boşluk’ olarak adlandırdığı bir uzamın ben’lik faaliyetlerinden uzak, varoluş sancısı çekmekte olduğu evreye girmiş bulunmaktadır.
Kendi yaşamının her evresinde başkalarında dahil olabildiği ölçüde anlamlandırdığı ben’in anılarına sığınışı bir tür kendini hatırlama bilincidir.

Aklın sırtlandığı onca yükü, bir daha asla hatırlanmayacak kadar unutmaya yeltenebilir, bir şeyi sanki daha önce hiç bilmiyormuşçasına  nasıl unutabilir?

İşte asıl çürüme de burada başlamaktadır. Anılar ile dönüşüm süreci içinde sıkışıp kalan birey, geçmişle geleceğin birleştiği araf olarak da adlandırabileceğimiz aralıkta, ne geçmişle yüzleşebilir ne de geleceğe dair bir adım atabilir.
Araf aralığının ben’liğini kemirici, süreci dahilinde ben’ciliğini konuşturan tüketici haline evrilmeye devam eder.

Eskiden olduğu gibi kendi ben’ini doyurduğu üreticilerden stokladığı ben’liği erimeye başlayıp, bitişe az kala ben’ciliğinin yeni atılımıyla duygu durumunun geliştirdiği seviyede yaptığı sömürüyü bir silah olarak kullanır.

Ben’ci tetiği çekmekten çekinmez, fakat bir şeyi hesaba katmamıştır.. Bu, ‘kurşun’ geçirmez bir zırhın sömürülenin üstünde ne de güzel durduğudur.
Ne istediği yere varabilmiştir, ne de istenilen aynı yerde saymıştır.
Böylece tüketim toplumu bireyi, kendi yararttığı boşluğun dayanılmaz hazzına dair kurduğu dünyasında kendi’nden yemeye devam etmekte, ben’ciliğin doymak bilmeyen sancısıyla zamanını tüketmektedir.


Resim : Anna Parkina : Untitled 1, 2013


27 Mayıs 2015 Çarşamba




bir çocuk, kayaya oturdu
taş attı denize, deniz doğdu
sonra; güneşi uydurdu, ısındı elleri
bulutlardan korktu
bir yağmur, hem ılık hem mağrur
ıslattı saçını, saçları doğdu
denize özenmiş iskele
üstüne binse de, içine çekti onu
çürüdü zamanı unutunca
hesapsız atlayınca uçurumlardan
gözlerinden düşür beni
bakışın yakar tenimi

                 
                


Soluk bir tendim, hayatının en hurda sokaklarında dolaşırken..
beyazlığıma hep koyu renkli harfleri yakıştırdın, kelimeler giydirdin
Ben hep pastel ton'ları sevdim,
sen ise saçlarımın rengini
tüm dönüşümlerin orta yerinde görünürdüm.
sen gördüğünü hafızana boyardın, bense gökyüzüne bakardım
İşte günbatımı kızılı!
Adımın en güzel ses tonuydu belki de sesin
biraz belirsiz biraz kararlı
bu gezegenin dışına atılmış bir adımın ayak izleri
gitmeleri yörüngesine oturtamadığın bir kadın
uçurumundan aşağı bakamadığın bir gece tekinsizliği
hayali bir düşün iskelesinde oturmuş
rüzgara kafa tutuyorum
Sessiz
mecaz değil hicaz makamında
sessiz sedasız bir hayal yakıyor
Silüetim
bir pencere kenarında


vakitsiz uykusuzluklardan bir derleme gecenin kıvamında
uyku gibi dolarsın yüzüme 
dağılırım sözüne
dökülürsen,
belki...



26 Mayıs 2015 Salı


bir kağıdın köşeleri kadar keskin
köşelerini tuttuğum zihninin
parmaklarıma değen sivriliğinin
hatırlattığı köşelerim..

köşeleri olan insanlar kendi içbükeyleri kadar çoğuldur.
kadının içindeki bu nizami ve aynı zamanda karmakarışık sistemin haritasından bir yer
beğenirseniz kendinize,
( aklım ve içimi köşeli olarak bilirim ve o köşelerin kendi sivrilikleri.. zamanla o sivriliklerin dışımdaki insanların içime dokunuşlarında canlarını yaktığımı bildim, bazense kontrolümden çıkarak istemsizce sivriliyordu..böylece içimdeki sivrilikleri içbükeyler haline getirdim ama köşelerime dokunmadan.. bir kağıdın köşesi gibi en mahreme yazılmış köşelerime kazınmaya değer. içbükeyler birer yanılmasa içimin sivriliğinde. içbükeyden kastım o sivrilikleri yonttuğum ovallerdir. )

aşmak için yolları, her içbükeyin kıvrılmış bir sivrilik olacağını ve kadın isterse
o yolların yönlerinizi şaşırtacağını unutmayın.
( içimden geçen her yolun varacağı noktasının bir düzlemi olduğu gibi iniş çıkışları da içinde barındırır. gitmek istenilenle varılan nokta aynı olmayabilir her zaman, bu yolu nasıl kullandığınıza bağlıdır. içbükeylerin tahribatı sonucunda karşınıza çıkan sivrilikler yanıltmasın sizi, zorlayıcı olan gerçeklikten başkası değildir.
ve ovallik safi kendisiyle yanıltıcı, sivriliğin gerçekliğiyle birliktir.)

kaybolmayı göze almışsanız bir kere,
o kağıdın köşesinden tutmanız yeterli..


Resim - Silja Selonen 

24 Mayıs 2015 Pazar



                                       bu gökyüzünün tek bir yeryüzü olmadığı gibi
                                       yeryüzünün de tek bir gökyüzü yoktur
                                     her gezegende yaşam belirtisi olduğunu umarak geçirdiğimiz zamanın
                                mevsimleri uzamında aynı ton'da duyumsadığımız 
                          sesler ve renklerin frekansında bir ışık süzülüşüne
                      dönüşürüz nefes alabildiğimiz gezegende.
                                 kıpkızılmış ~







22 Mayıs 2015 Cuma

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Yağmur Güncesi

Yağmur topluyor gökyüzü,
ben böyle havalarda hep dolu dolu..
içime birikmiş onlarca duygunun başkalaşım hali
duygulara giydirilen kıyafetler gibi kelimeler,
kelimelere yağmur yükler gibi karartıyorum gökyüzümü.



Güneydeyim, bu kara parçalarının en güneyinde. Pencere camının
yansımasında 'gökyüzünde yolculuk' görülüyor.
Merdivenlerden koşar adım çıktım çatıya.
Ve kanatlılar, gökyüzünün özgür sürgünleri.
güneye, daha da güneye göç için kanat çırpıyorlar.
benimse kollarım kısalıyor böyle an'larda, uçabilmek diyorum
sadece mental bir özgürleşme aklımda.
parmaklarım uzuyor böyle an'larda, gökyüzüne dokunuyor.
Benimse tutsaklığım kalem tutmakta,
düşünceleri kelimelere esir kılıyorum.
fakat biliyorum,
saçlarım uçmaya engel değil!

5 Mayıs 2015 Salı

                     

                       

Kadıköy bir ülke olsa, Moda başkentimiz olurdu

Kadıköy bir ülke olsa, Moda başkentimiz olurdu.
denize dökülen sokakların birinden bir çatı katına çıkardık, sabahları martı seslerine
vapur sirenleri eklenirdi.
sokağa bakan camın önünde duran kırmızı kadifeden koltuğu en çok bana yakıştırırdın.
ahşap zeminde ayak izlerim, mutfağa sinen kahve kokun kaplardı tüm evi.
loş abajurlar altında kurgulanmış hayaller inceliğindeyiz..
mutfak kapısına asılı kalmış gülümsememe dokunuyorsun parmak uçlarınla..
daha tutulamamış bir evin, içi doldurulmamış odalarında sıkışıp kaldım.
pencereden gökyüzüyle aşağıya bakma arasında günleri izliyorum...



4 Mayıs 2015 Pazartesi

                       



                         
güneşli pazartesiler,
benim küçük botanik masam ~

yazılan çizilen
dökülen saçılan
dinlenen..
ne varsa, hepsi her bir yaprağa tutturulmuş
sulanmayı bekliyor



3 Mayıs 2015 Pazar





Kendimi, tıpkı bu papatya gibi hissediyorum.
adına yaşamak denilen daracık bir yerde sıkışmış gibiyim
ölmemem için suyum konulmuş, inadına betonların
arasından çıkıyorum hayata.
direnebildiğim yere kadar dayanıyorum.
fakat artık, çıkartın beni bu şehirden!

2 Mayıs 2015 Cumartesi


Beklentiler ve zaman,
kimilerine göre tanrının unutulmuş serüvenleridir.

gerçekliğin sınırlarına dayanan hayalin sınırsızlığı
önüne çıkan her şeyi yuttuğu gibi tüm gerçekliği darmadağın eder.
kapı aralığında asılı kalmış silüetinin varlığı olgusu  zamanını sarartmış,
benimse içimdeki renkler siyah - beyaz.
duruyoruz işte tam da karşı karşıya.
benim yüzüm kaybolmuş, senin yüzünse zaman aralığında sıkışmış kalmış
elinden hiç düşürmediğin sigaran bana saçlarımı toplatmış
notlar düşülmüş el yazısıyla yıllara,
senin harflerin benimkine oranla daha küçük puntoyla yazılmış..






*resim : Franz Falckenhaus (b. 1975, Bartoszyce, Poland) - At Point Of No Return, Memory, 
2012    Collage





" Avare, renkler ve gölgeli şekillerle dolu bir labirentte
kendisine rağmen ustalıkla yol alıyordu, hiçbir şeyi özümsemiyordu ;
bozuk bir optik uyarınca çarpıtılmış bir yorum,
ne kadar sarsıcı şekilde doğru olursa olsun."

30 Nisan 2015 Perşembe

büyük bir çarpışma.
işte yine yaptım!
kafamın içinde milyonlarca düşünce atomlarının çarpıştığı bir kaos yarattım.
böyle zamanlarda istediğime yönelik tepkimelerimin ayarsızlığı tüm dengeyi altüst etmeye yetiyor.
dengede durmayı bilmediğim gibi koşmanın hiç durdurulamayacak bir eylem olduğunu biliyorum.
nefesim kesilene kadar koşuyorum
su altında yaşayabileceğim kadar duruyorum
gücünün yetmeyeceği bir infialin ortasında büyük bir patlamadan tek parça çıkıyorum
dışının içime kalan borcu yapboz parçaları gibi gizleniyor organlarımın arasına
kendimin kontrolünden çıktığım vakit nereye savrulacağımı kestiremiyorum.
bilinç kapanıyor ve kafamın içindeki oklar fırlıyor yerinden.
seni-beni vuruyor en hassas yerlerimizden.
araya hayat giriyor bazen derdin ve ben bu hayata dair varoluşumu reddederdim,
yokoluşları reddettiğim gibi
dahilliğimi reddettiğim gibi
belirsizliğe katlanamadığım kadar bir de bekleyişlere  katlanamıyorum sanırım
mesafeleri araya sokan imkansızlıklardan tut adına zaman dediğimiz tüm bu kavramları da yerle bir etmek istiyorum.
içimde kimin sağ kalacağı belli olmayan bir savaşın ortasında deliriyorum

anlayabilir misin bilmiyorum,
çünkü ben de anlayamıyorum.


                                                                                 
                                                                                   * resim - Alina Maksimenko - Red Figure




+ senin adın ne?

- cemal.

+ cemal, ben daha önce özür dilemek için karısına şiir okuyan bi adamla karşılaşmadım, bu tek başına yetmiyo mu?

- yetiyo mu..





birbirini alt metinlerde yaşayanlar bilir tüm keskinliğin en tiz notasını
o an gelir kasırga olurlar birbirlerine
kimin ölü kimin sağ çıkacağını kestiremeyecek kadar kanatırlar düşüncelerini ...
durup sakinledikçe bıraktıkları felaketin ortasında gezinirken birbirlerini görürler,
adam kadına en yumuşak ses tonuyla konuşur,
kadın onu en sevecen haliyle dinler.
ikisi de çıkarırlar kalplerini koyarlar ortaya,
birbirlerinin parmakları yaralarına uygun ölçüde yerleşir,
yürümeye devam ederler.













*fotograf -
Paulo Nozolino (Portuguese, b. 1955, Lisbon, Portugal) - Berlin 1995    Photography

 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...