31 Temmuz 2015 Cuma

Endişe Nehri Geçiyor

Sabit  ve  Sübüt

~ Durmak fiziksel varlık için bir eylem değildir. Belirli bir noktada zeminin üzerinde duran insan, fizyolojik olarak kanıtlanabilecek girift bir işlem gerçekleştirmek anlamında bir eylemde bulunur.
Zeminle ilişkisi bu anlamda gerçektir, her ne kadar bu zemin üzerinde duranın gerçek bir ilişki kuramadığı dünya  bedeninin yüzeyinden ibaret olsa da. Ne duran kişi bu beden için oradadır,
ne de bu beden duran kişi için.

~ Zeminin üzerinde durmanın bir eylem, hatta bir çaba olduğu, bu işi başaran organizmanın yorulabilmesinden ve bunun yaratacağı sonuçlardan da anlaşılır. Bu organizma sadece durağanlık ilkesinin gereğini yerine getirmiyordur. Yerçekimi tarafından sabitleniyor da değildir, çünkü tam da bu yerçekimi, onun  dengesinin kırılganlığına karşı sürekli olarak denge bulma hareketleri yapmaya zorlar. Bu düzeltme işlemi engellenecek olursa, duran kişi devrilir ve yerdeki taşın "durumuna" gelir.

~ Durmak devrilmek değildir. Durmak, asgari düzeyde uyanık bir dikkat gerektirir; sınırsız bir kendini salmanın (ki bu nitelendirme rastlantısal değildir) hafifmeşrepliğine de, kendini yılgınlığa kaptırmaya da izin vermez.
Elbette kişinin düştüğü zemin, daha önce durmuş olduğu zemindir. İnsanın düştüğü zemin, yalnızca durduğu zemin olabilir. Çünkü yalnızca tek bir zemin vardır  -sadece tarımda, farklı niteliklerine ve yatkınlıklarına bakarak, bu zeminden topraklar diye söz edilir;

gezegenin sahip olduğu ve bağışladığı yalnızca tek bir toprak vardır.

28 Temmuz 2015 Salı


Sanki uzun bir süre önce kaza yapıp bugüne dek uyuşturulmuş gibi hissediyorum. Çarpma an'ımda güneyde kışın tam ortasındayken uyandığımda  yeldeğirmeninde yazın ortasına düşmüş gibiydim.
Mahalle değişmiş, evler değişmiş.. gözlerimi açtığımda tanıdık gelen bir sen vardın, içine dışına kadar bildiğim sen.. tüm tuhaflıklara rağmen sen. uyumadan önce sarıldığım yine sen.
eski ev gibi oda salon, ikimizi içine alan mutfak, zaman geçmiş  sen güzel bir yemek bile öğrenmişsin ben yine yemek yapışına bayılıyorum. çamaşırları sen topla ben ütülerim, bilirim belirsizlik kadar bir de ütü yapmayı sevmezsin. ütü masamız bile değişmemiş tüm yatak üstü ütülü gömleklerine hayranım içten içe..
sen perdelerden koruyorsun yine beni, biz ademle havvayı kıskandırıyoruz. gözlerim gözlerine kısılıyor.
dünyanın en güzel biralarını yeldeğirmenine dönerken alıyoruz,sonrası şarkılar geceden sabaha uzanan dertlerinden çatlayacak bir gün o pencereler kadar pervazları da küllüklerin kahrını çekiyor.
her şeyi bırak da saat altı buçuktan sonra ben yine pencere kenarında yollara düşüyor gözlerim, sonra bir bakıyorum sen geliyorsun gözlerin pencerede, o zaman koşuyorum kapıya sanki hiçbir şey olmamış gibi, çocuk gibi sevinçli.

İnsanın ruhunu sarıp sarmalayan şeyler hiçbir zaman uzağımızda olmaz. nereye gitsek ya o bizim peşimizdedir ya da biz onu bilmeden bile takip ederiz.
saçlarıma ördüğüm bir adamın ne yakınında ne peşindeyim, ben yalnızca onun içinde olabilirim onun da benim içimde olduğu gibi.


27 Temmuz 2015 Pazartesi

Endişe Nehri Geçiyor

                       
                                                                   Hans Blumenberg

                                                               



     Anlamsızlık Şüphesi

"Bir durumun anlamsızlık olarak nitelendirilmesi, anlam kaybını o durumun ortaya çıkış gerekçesi olarak sunmayı gerektirir; kaybolabildiğine göre, bir zaman var olan bir şeyden söz edildiği, yani ütopik bir şikayette bulunulmadığı iması bu sunumun içinde gizlidir. Ancak anlam kaybına denk düşen, olumlu bir karşı hareketin adını koymakta daima güçlük yaşanmıştır. Nispeten yeni sayılabilecek "anlam üretimi" daha ziyade ironik bir sözcüktür ve belirli bir kibri ele verir. Sözümona kaybolmuş şeyin, günün birinde bulunacağı yanılsamasını yaratacak bir isim bile yoktur ortada."


" 'Anlam' unsuruyla oluşturulan ifadelerin imlediği şeyin, ancak noksanlıklarının adlandırılmasıyla anlaşılacağı düşünülür; sanki bundan daha anlaşılabilir bir şey olmazmış gibi. 'Anlam' ifadesi üzerinden yürütülen suçlayıcı kullanımın sorumluluğu sorgulandığında, ne büyük bir sıkıntı çıkar ortaya. 'Anlam' sözcüğünü kullanırken ne demek istediğimizi bilmiyoruz itirafı, şimdiden korkusuzluk gerektiren bir ifade gibi görünüyor. Ve şimdi burada da bir tersine çevirme tekniği var: Tam da bu sıkıntı, anlam sunumuna, anlam isteğinin tatminine, anlam kayıplarının giderilmesine, anlam kazandırılmaya yönelik küstah talebin retorik ifadesi olabilmektedir."


"Dünyanın anlamsız olduğunu hissetmek, doğru bir biçimde değişen belirtilere ve koşullara, değerler sorununun halledilmesine, yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına bağlı olarak, dünyaya sonunda anlam kazandırılabileceğini söylemek değildir."


"En iyi ihtimalle metafor üzerinden kavranabilir bu: Stoacıların dünyası da yanarak tükenir (Ekpyrosis), ancak tıpkı mitolojideki Anka kuşu misali küllerinden tekrar doğmak üzere. Sadece dünyayı ayakta tutan gücün yenilenmeye ihtiyacı vardır, evren ise değişime ihtiyaç duymaz.Bu düşünce ancak düşlenebilir, tutarlı bir biçimde düşünülemez."


" 'Dünyada ve hayatta anlamsızlık hissedildiğini' beyan etmek, betimleyici bir ifade değildir. Bu ifade bir yüzleştirme aracıdır. Anlamsızlık şüphesi, kaderi cevaplanamazlık olan bir soruya bağlandığı sürece çaresizlik üretir; ve yüzleşmelerde, ötekinin çaresizliğinden daha yararlı bir şey yoktur."


25 Temmuz 2015 Cumartesi

                 

                     
29.06.2015

İki odalı evin en güzel yerindeyim. Göğsümün tam ortasına oturtuyor ağırlığını, geceden midir bilinmez bu sessizlik içimde çarpa çarpa çığlıklara dönüşüyor.
Pencere kenarına topluyorum tüm  sokağı, önümde belki yeşerir dediğimiz bir ağaç.
İçimde kapalı kaldığın yerden vuruyorsun, yerle bir oluyor adım. Adımı hiç bilmediğim bir alfabeden söylüyorsun, bazen ben bile bana yabancılaşırken beni bana çağıran bir sesin var.
Şimdi bir yangın yerinden uykusuzluklar beğeniyoruz. Avuçiçlerim yanıyor, gözlerime sürüyorum.
Zamanın tüm köşelerinde bir pencere açıp tadını alamadığım sigaralar yakıp söndürüyoruz.
Kelimelerin boşlukta asılı kaldığı bir ev burası. Şarkıların söylendiği, zorunda kalmadıkça cümlelerin dökülmediği bir ev.
İçinde küçük mutfaklara alışkın yemekler pişiyor, beklentilerin üstünün çizildiği zeminler var.
Bizse dengede kalmaya çalışıyoruz.
İçinin duvarlarına yaslıyorum sırtımı, öyle sessizce oturuyorum.
Sen yeryüzüne daha sert bastıkça ben uçmayı tercih ediyorum. Tüm naif duyguları yanıma alıp seninle uçuyorum.
zeminine konduğum vakit çürümeye başlıyorum, tüm tohumlarımla topraklarına karışıyorum.

23 Temmuz 2015 Perşembe



                        
Bilinç, benliğin alt katmanlarına işleyen bir paradokstan ileri gidemedi.
Başlangıç ve sonun bilinmediği bu yolculuk, yazarı bilinmeyen bir şiirden alıntı yapmaya benziyor. Bu kayıp zaman dilimini sonlu sonsuzluğun neresine iliştireceğim hakkında fikir sahipsizlerinden de yararlanmayacağımı belirtmeliyim.
Hafızanın en tenha sokaklarında bıraktığım an'ların terkedilmiş yanılgısıyla yüzleşmek, bir camın kırılganlığını ateşle eritildiği en salt gerçekliğine, başlangıcına döndürüyor.
Kendinin tekrarından ayrılan bu dönemeç, başlangıcın bilincinde ilerlemenin hatırlattığı yollarda karşılaşacağın mutlak değer'in hiç'leştirildiğini, fetişleşen tüm yargıları.. Unutma!
Fraktal geçirgenliği olduğunu sandığın algılardan sıyrılmak, kendine kendin kadar sadakatsiz ben'liğine ket vuracak, sanrılarının yaptırımlarını azaltacaktır.
Kendini bil ve ruhunu aşağılamaktan kaçınma.
Kurut ki sığ sularını, derinliklerinde yaşa.
Sentetik bilincin savaş kumpasında vurulmaktan korkma.
Bil ki seni öldüren yeniden doğurmaya mahkumdur.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

16 Temmuz 2015 Perşembe

Kaynağını bilmediğin bir nehirim çölün ortasında
Senin ellerin imlalara takılmış, gecenin en orta yerinde su bekliyorsun
Kana kana içmek geceyi sona erdirmeye yetmiyor
Sabah kalkıp yine o çölün ortasında yola koyuluyorsun

Sabahlardan akşama uzanan bir köprü
Saatin doluyor,
Oturmuşum pencere kenarında
Sen eve geliyorsun.

Bir kadın bağırıyor mahallenin tam ortasında
Yıllar öncesinde ah'larına. 
Pencereden sarkıyoruz, 
Bana mahalleyi anlatıyorsun
Sarkaç gibi hayatın tam ortasında

Biz seninle bir şehrin aynı gecesinde ayrı ayrı dağılıyoruz
Bir telefon sesi geliyor
Kesintili diyaloglar
- - -
Susuyoruz.

Hep geceleri susuyoruz, senin içine düşen ateş
Benim saçlarımda yangın yeri
Gecenin en orta yerinde su bekliyorsun
Kana kana içiyoruz

Duraklarını saymadığım o şehri 
Geride bıraktığım evleri 
Bir de cumbasına iç geçirdiğim çatılarıyla
Kadıköy'e koyduğum yüzün

Fikrimin en ince düşüncesine
Zamanımın en güzel köşelerinde tutuyorum
Sonra gülümsüyorum
Biliyorum ki gülümsemem en çok sol yanağına yakışır.



9 Temmuz 2015 Perşembe

Evler var, yorganını yaksan bacası tutuşmaz; 
evler var, kilit vursan yangını sönmez.
 Minima Moralia
18. Fragman ~ Evsizlere Sığınak

Özel yaşamın düştüğü durumu, sahnesine bakarak anlayabiliriz. Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkansızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evler çekilmezleşmiştir.  Orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün, en küçük sığınma duygusuna bile aile çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır. Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modern, işlevsel konutlarsa, uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, yada yolunu şaşırarak tüketim alanına girmiş fabrika tesisleri - zaten sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemine taban tabana zıttır bunlar. Modern insan tıpkı hayvanlar gibi yerde uyumak istiyor, demişti bir Alman dergisi, Hitler'den önce, kahince bir  mazohizmle: Yatakla birlikte, düşle uyanıklık arasındaki eşiği de ortadan kaldırıyor. Uykusuzlar her an göreve çağrılabilirler, her şeye hazır ve dirençsizdirler, aynı anda hem dikkatli hem bilinçsiz. Sahici ama satın alınmış bir eski konakta sığınak arayan kişi kendini diri diri mumyalamış olur. Bir otel ya da pansiyona taşınarak kendi ikametgahımızın sorumluluğundan kaçma çabası da mülteciliğin dışardan dayatılmış koşullarının bilgece bir seçim olarak görünmesini sağlar. En ağır darbeyi yiyenlerse, her yerde olduğu gibi seçme imkanına sahip olmayanlardır. Kentin çöküntü bölgelerinde değilse bile, yarın yerini kümeslere, arabalara, vagonlara, kamplara ya da düpedüz açık havaya bırakabilecek kulübelerde yaşamaktadırlar.  Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesiyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda imfaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık. Gerçekleştirilme fırsatı bir kez kaçırıldıktan sonra sadece burjuva yaşamının köklerini çürütmekle kalan sosyalist toplum da sahici bir barına imkanını yok etmektedir. Bu sürece hiç kimse direnemez. Kişi, dar anlamıyla zanaate ne kadar karşı olursa olsun, mobilya tasarımı ve iç dekorasyona ilgi duymaya başladığı anda bir kitap koleksiyoncusunun o fazla süslü zevklerini de benimsemeye başladığını fark eder. Belli bir uzaklıktan bakıldığında, Viyana Atölyeleri ile Bauhaus arasındaki fark o kadar büyük değildir. Saf işlevsel çizgiler, işlev ve amaçlarından kurtularak, Kübizmin temel yapıları kadar süslemeci olmaya başlamışlardır bugün. Bütün bunların karşısında, bağlanmamış, askıda bırakılan bir tavır hala en doğru davranış biçimi olarak görünmektedir. Toplumsal düzenle kendi ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hala toplumsal bir dayanağı ve bireysel bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılmamak. "Ev sahibi olmamam, iyi talihimin  bir parçası bile sayılabilir", diyordu Nietzsche Şen Bilim'de. Bugün eklememiz gerekir: Kendi evimizi  ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu gösterir bu - hala herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telaffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Sokak lambasının vurduğu bir odada uykuna sarılıp uyumak var mesela.
yokuş yukarı tırmanılan bir semtten bir vapur uzaklığında martı sesleriyle uyanmak mesela,
balkonsuz pencerenin ağaç yapraklarına uzanan mevsimindeyiz, hala taze geliyor sesin kulaklarıma.
Öyle ki zıtlık senfonisidir bu,
senin akordların benim nüansımda.

2 Temmuz 2015 Perşembe

 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...