1 Nisan 2015 Çarşamba

                                                         t.w. adorno / minima moralia

                                                                              ༺༻

                                                                       45. fargman



"Nasıl da hastalıklı görünüyor büyüyen her şey". — 

Diyalektik düşüncenin şeyleşme
eleştirisinin bir başka boyutu daha var: Bireysel olguları kendi yalıtılmışlıkları ve
ayrılıkları içinde olumlamayı reddeder: Yalıtılmanın kendisini de evrenselin bir
ürünü olarak görüyordur. Böylece hem manik sabitleşmeye karşı, hem de mutlak
yargılarının bedelini konusunun özgül deneyimini yitirmekle ödeyen paranoid zihnin
boş bir kabuk gibi dirençsizce sürüklenişine karşı bir panzehir olur.
Diyalektiğin İngiliz Hegelcilerinin elinde ve daha çok da De-wey'nin gayretkeş
pragmatizminde dönüştüğü şeye indirgenemeyece-ği anlamına da gelir bu: Bir
ölçü ve oran duygusu değildir diyalektik, her şeyin perspektif içine yerleşmesini
sağlayan inatçı ve kunt bir sağduyu felsefesi değildir. Gerçi Hegel'in de
Goethe'yle konuşmalarında, kendi düşüncesini üstadın Platonizmine karşı
savunurken ("[diyalektik] temelde her insanın doğasında bulunan bir muhalefet
yeteneğinin, doğruyu yanlıştan ayırmamızı sağlayan bir yeteneğin
düzenlenmesinden ve yöntemli bir biçimde geliştirilmesinden başka bir şey değildir"
böyle bir görüşe yaklaştığı sanılabilir. Ama kendi kendini çelen bir hınzırlık
da sezilir önerdiği formülün örtülü anlamında, çünkü "herkesin doğasında
bulunan" şeylerden biri tam da sağduyunun red-didir; insanın en derin
özelliklerinden biridir sağduyulu davranmaktan kaçınmak, hatta ona muhalefet
etmek. Sağduyu, belli bir durumda koşulların doğru değerlendirilmesi demektir
ve pazarın terbiyesinden geçmiş bu dünyevi gözün diyalektikle bazı ortak yönleri
yok değildir: Dogmalardan, dar kafalılıktan ve önyargılardan azadelik. Sağduyunun
ayıklığı hiç kuşkusuz eleştirel aklın bir ânını oluşturur. Ama onu bu aklın
yeminli düşmanı yapan bir özelliği de vardır: Tutkulu bağlanmalardan uzak durmak.
 Çünkü bütün genelliğiyle "kanaat" denen şey her zaman
toplumun o andaki haline aittir ve somut içeriği de zorunlu olarak karşılıklı
anlaşma ve kabullenişlerden oluşur. On dokuzuncu yüzyılda sağduyudan yardım
isteyenin hep Aydınlanma karşısında bir vicdan rahatsızlığı yaşayan bayat
dogmatizm olması ve J. S. Mili gibi yaman bir pozitivistin bile sağduyuya çatmak
zorunda kalması bir rastlantı sayılamaz. Ölçü duygusu, kişiyi sadece yerleşik
ölçüler ve değerler açısından düşünmeye de götürür. Akla davetin çoğu zaman
akıldışının ilk başvurduğu mazeret olduğunu görmek için, bir egemen klik
üyesinin "ama bu hiç önemli değil" deyişine bir kez bile tanık olmak veya
burjuvanın aşırılıktan, histeriden, çılgınlıktan tam ne zaman söz açmaya
başladığına dikkat etmek yeterlidir. Hegel, kudretli feodal beyin vergisine ve
sürek avlarına katlanmayı yüzyıllar içinde öğrenmiş olan köylünün inatçılığıyla
vurguluyordu çelişki ilkesinin sağlıklılığını. Daha sonraki egemenlerin "devranın
değişmezliğiyle" ilgili pek sağlıklı görüşlerine dil çıkarmak ve onların "ölçülerinde"
o muazzam ölçüsüzlük ve oransızlığın küçültülmüş bir imgeyle yansıdığını deşifre
etmek de diyalektiğin görevidir. Diyalektik akıl, karşısında egemen akıl durduğu
sürece, akıldışı olan şeydir: Ancak bu aklı içermek ve iptal etmekle kendisi de
makulleşebilir. Bağnazlık, hatta sofistlik değil miydi, işçinin harcadığı emek
süresiyle kendi yaşamını yeniden-üretmesi için gerekli olan süre arasındaki farkı
tam da mübadele ekonomisinin orta yerinde gözlere sokmak? 
Eleştirilerini yüklediği arabayı atın önüne koşmamış mıydı Nietzsche? Kari Kraus, 
Kaf-ka, hatta Proust, her biri kendi tarzında, sahtelik ve önyargıyı silkip atmak için dünya
imgesine önyargıyla yaklaşmadılar mı, onu çarpıtmadılar mı? Diyalektik de sağlık
ve hastalık kavramlarının önünde eli kolu bağlı kalamaz - onların yavrusu olan
akıl ve akıldışı kavramlarının önünde de. Egemen evrensel düzenin ve öne
sürdüğü ölçülerin hasta olduğunu -sözcüğün en düz anlamında paranoya ile,
"marazi dışa-yansıtma" ile malûl olduğunu- bir kez gördükten sonra, iyileştirici
hücrelerin de ancak o düzenin ölçütleri açısından hasta, egzantrik, paranoid, hatta
"deli" olan şeylerde yaşayabileceğini anlar. Ortaçağda olduğu gibi bugün de krala
doğruyu söyleyebilecek tek insan sarayın bu-dalasıdır. Diyalektikçinin görevi de
budalanın hakikatinin kendi mantığını bulmasına, kendi sınırlarına ulaşmasına
yardımcı olmaktır - aksi halde o hakikat de ötekilerin sağlıklı sağduyusunun
amansızca dayattığı hastalık uçurumunda yitip gider.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 Oysa zaman hep kendi bildiği gibi işlerken, onun hangi noktasında durduğumu bilemiyorum.  Gerçekçilik o kadar hızlı akıyor ki yaşadığım tüm...